Allah’ın adıyla
Batının Emperyalist devletleri ve Ortadoğu’nun gerici krallıklarıyla eylem ve söylem birlikteliğini “İslamcı bir idealle” okumak ne denli mümkündür?
Yazık ki, AKP iktidarının ülkemizi getirdiği son noktada bu sorunun cevabını alabilecek özgürlükçü ve doyurucu tartışmaların yapılacağı zeminler altımızdan bir bir kaydırılmaktadır. “Muhafazakar kapalı bir rejim”e doğru hızla yol aldığımız bu dönemde; baskı, hedef gösterme, tehdit gibi; bireyi var olan fikirlerini beyan etme hürriyetinden alıkoyan davranış şekilleri, totaliter duvarlar arasına sıkışmışlık hissiyle yaşamamızı zorunlu kılmış durumda.
28 Şubat baskısının toplumda “tepkisellik hissiyle” doğurduğu bir patlamanın ürünü olan bu günkü iktidar döneminde maalesef tekrar başa dönme hallerini yaşıyoruz. Laisizmin hışmından kaçanlar muhafazakar kapalı rejim iktidarının gözlüğünden olaylara bakmaya zorunlu kılınmış. Yağmurdan kaçıp doluya tutulma yaşanmış. Hem de ne dolu…
Şu an Türkiye’de iktidar olan Muhafazakar kadro, siyasetçisi, akademisyeni ve gazetecisi ile tam bir güç birliği içerisinde AB/ABD/İngiltere politikasıyla paralel çalışma içerisinde yoluna devam etmektedir. Tam bir “sorunlarda sıfır politikası”. İlişkiler stratejik olma özelliği taşıdığından toplumdan gık çıkmaması adına her türlü önlem alınmış durumda. Muhalefet çökertilmiş, sermaye akışı hızlandırılarak halkın sesi kesilmiş, radikal unsurlar Büyük patronların (AB/ABD/İngiltere) amacına hizmet eder bir tarzda terbiye altına alınmış… Artık İran ve Hizbullah’a en çok bunlarla sövüyorlar. Militan özelliklerinden de faydalanarak aykırı ses çıkaranları yine bunların eliyle sindirmeye çalışıyorlar. Hesapları tutmuş görünüyor.
Ancak en üstün hesap olan Allah’ın hesabı da var tabi…
Ülkenin düşünce üreten kesimleri üzerinde kurulan ağlar, Küresel emperyalist düşüncenin hedef kitleyi dizayn eden toplum mühendisliği imzasını taşımakta. Dinin toplumun genel karakteri içerisinde önemli bir yer tuttuğu Türkiye’nin de dahil olduğu bu “hedef kitlenin” Emperyalizmin kutsadığı asıl amaca zarar vermeksizin kendi argümanlarını kullanarak yaşamını sürdürmesi batının birincil önceliği… Müslüman kitlenin namaz kılarak egemen güce (ABD/AB/İngiltere) hizmet etme durumu gibi.
Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde bu bölgede yaşanan işgaller neticesinde müstekbirlerin çizdiği sınırlarla adlandırdığımız ülkelerde yaşasak bile, aradan geçen zaman yeni operasyonları zorunlu kıldı. Bu zorunluluğun içerisinde süreci hızlandıran en önemli sebep ise 1979 İran İslam İnkılabı oldu. Bu inkılap, dinin toplumun dinamiği olması anlamında bir milat özelliği taşımaktaydı. Enerji hatlarının geçiş güzergahları, stratejik öneme haiz coğrafi durumlar, yeniden şekillendirilmesi gereken ülkeler listesi oluşturmakta beraber bunun nasıl olması gerektiği noktasında da işgalcilerde bir yol haritası oluşturmuş durumda. Tüm bunlarla bağlantılı olarak İsrail’in bölgede güvenli ve kalıcı olması ise AB/ABD/İngiltere için ortak payda…
Halkının büyük ekseriyetinin Müslüman olduğu Asya-Ortadoğu hattında bulunan ülkelerde mukim toplumların gündeminde önemli bir yer edinen İran’da yaşanan halk hareketi, din orjinli ve Devrimci karakter taşıdığından geniş bir coğrafyada yankı uyandırdı. İmam Humeyni’nin İran sınırlarını aşan, “İsrail’in bölgeye ait olmadığı, Doğu’ya da Batı’ya da hayır!” gibi “esastan” beyanları, hem bölge halkları hem de emperyalistler tarafından ciddi gündem oluşturdu. Cuma namazının ibadi olmasının yanında siyasi de olması gerektiği, Velayet-i Fakih olgusunun işlerliği gibi dini anlamada getirilen çağdaş yorumlar ise Batılılar kadar Müslümanların algısında da şiddeti büyük depremler yaratan açıklamalardı.
30 yıldır inkılabın boğulması için denenmedik yol bırakmayan Batılıların şimdilerde uyguladıkları en son yöntem ise İran’ı kendi silahı olan İslam’la vurmak! Halkların silkinip kendi değerlerini yeniden imar etmeleri için İran’ın tek referans olarak dayandığı İslam’ı, ona karşı öldürücü bir silah olarak kullanmak ve bu konuda özellikle İslami yönüyle meşhur olmuş kişi/kurum/akım/örgütleri kullanmak amacıyla denenen metot, bizzat İslam’ın kendi tarihinden yola çıkarak hazırlanmış çok ustaca bir plan aslında…
İslam dünyasının üzerini örtmeye çalıştığı, çoğu yönüyle halklardan gizlenmesi için bin bir türlü teviller üretilerek ters yüz ettiği tarihi hadiseler, bizzat bu ülkelerin(ABD/AB/İngiltere) toplum mühendislerince çağdaşlaştırılarak o gün elde edilen sonuçların tekrarı bugün sağlanmak istenmektedir.
Çok kanımızı akıtmıştılar, çok canımızı yandırmıştılar ama bu seferki biraz daha farklı; din üzerinden geliyorlar, mezhep üzerinden geliyorlar.
Ali Şeriati merhum, “Dine karşı din!” derken aslında tarihsel tecrübeden süzülmüş çağdaş bir uyarı yapıyordu. Müslümanların hadikaplarını görüyor, yaşayacakları musibetleri haber veriyordu. Cahiliye karakterden sıyırılamayan taassup ehli insanlar, Şii bakış açısının geleneksel algılarını değiştirmesinden korkar bir refleksle Şehid Şeriati’nin tespitinin tarihi olaylarda saklı kaldığını zannederek günümüze uyarlama basireti gösteremediler. Tarihte yaşanan olayları yorumlarlarken vurana da vurulana da rahmet okuyor; Ya da “sahabe eşittir gökteki yıldızlar” diyerek sırtını dönüyorlardı hakla batılın mücadelesine.
Muaviye’nin karşısında Ali(as)’nin yanında olmak zor geliyordu. On binlerce insanın öldüğü savaşta ölenin de öldüreninde aynı olduğunu söylüyorlardı.
Saf tutma diye bir pozisyon al(a)mıyorlardı.
Bunları yapabilecek gayretten yoksunluk çağdaş mevzilenmeleri de etkiledi işte.
Taraf olmanın mücadelenin namusu olduğunu, o olmaksızın tarih yazılamayacağını bilmiyor olmaları bir yana, bunu belirtenleri ise “yaraları kaşıyan” olarak tanımlayıp kendi geleneksel düşünce yapılarında oluşması gereken tutarlı bakış açısına yönelik tüm pencerelerin perdelerini sıkı sıkıya kapatıyorlardı.
Taraf olma becerisi olunması gereken tarafı da tanıtır aslında. Tarih boyunca Cemel, Sıffın ve Nehrevan’da bunu beceremeyenlerin bugün taraf olmalarında yaşanan rezalette buradan kaynaklanmaktadır.
Suriye meselesi aslında bu yönüyle de bir imtihandır. Hani Kerbela faciasını andığımız her yıl bir takım kötü niyetli kalemler “Tarihe mal olmuş bir olayı her daim diri tutmanın bize ne faydası var?” diyor ya. İşte tam da Suriye’de cevabını buluyor bu soru. İnsanlığın gördüğü en büyük facia karşısında bu denli lakayt olunmasaydı bu günkü basiretsizlikler yaşanmazdı elbet.
Baksanıza nasıl da “Lailaheillallah” diyerek savaşıyorlar AB/ABD/İngiltere ile aynı safta… İran’a, Hizbullah’a karşı duruşlarına bakın, adını saydığımız ülkelerden daha hevesliler onları yok etmeye.
Oysa daha düne kadar bu iki dinamik güçten (İran-Hizbullah) alıyorlardı ilhamlarını.
Son yüzyılın eli en kanlı ülkesi İngiltere planı kuruyor, ABD istihbaratı ve silahı, Katar’ın, Suud’un gerici kralları parayı, Türkiye lojistik desteği sunarak ortak bir paydada buluşuyor ve bizden bu organizasyonun “Allah’ın rızası için…” olduğuna inanarak katkı sunmamızı hatta cihada gitmemizi istiyorlar. Ellerinde onların silahı, telsizde onların istihbaratı ve hedefte Allah’ın rızası… Ağızlarda slogan: Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Bunların ölüleri şehid. Ortalık kan deryası…
İmam Huseyn(as)’nin boğazı kesilirken de “Allahu Ekber!” denmişti.
Ona tuzak kurup Kufe’ye çağıranlar, en ağır işkenceyle kafasını kesip belde belde dolaştıranlar da yaptıklarını şu cümleyle izah ediyorlardı: “Allah için…”
Bu arada tarihteki bir başka yaşanmışlık: İmam Ali(as), tüm çağların en büyük anarşistlerinden biri olan İbn-i Mülcem’in zehirli kılıcı karşısında namaz esnasında darbe almış ve akabinde şehid olmuştur. Bu haberin ulaştığı bir takım diyarlarda şaşkınlıkla şu soru sorulmuştur: “Mescidde ne işi varmış, niye Ali müslüman mıydı, o dinden çıkmamış mıydı?
İmam Ali için bu soru, bizim için sonsuz bir hüzün kaynağı olmakla beraber soruldu işte. Ali(as) vuruldu. Mazlum edildi, İslam adına haydutlar zafer çığlığı attı.
Peki, hangi güç böyle bir algıyı kazıdı toplumun zihnine, hangi provokasyonlar, hangi hileler…
“Allah adına, Allah için…” nasıl vuruldu Ali(as), nasıl başı kesildi Huseyn(as)’in??????
Bugün gelişen olaylar karşısında o günlere müracaat ediyor muyuz, tekerrür etmesin diye tarih, zihnimizi gönlümüzü teyakkuz haline sokmuş muyuz, yoksa Muaviye’nin ordusundaki halet-i ruhuyenin çağdaş taşıyıcıları mıyız?
Dezenformasyon deyin, tarihin en büyük hilesi deyin, akılsız- basiretsiz kalpleri körelmiş; İmam Ali(as)’nin değimiyle 10’unun 1 gümüşe satılacağı değersiz topluluklar deyin bu güruhtan İslam çok çekti, çoğu şey tersyüz etti bunlar. Hakikata sırtını dönenler o günde acı çektirdiler, bu günde…
Şimdi Suriye tüm bunları hatırlatıyor bana. Keşke İslam toplumu o günleri çözseydi de şimdi bu perişan halini yaşamasaydı diyorum. 30 yıldır sırf İslam dediği için şimdi İslamcılar eliyle boğulmak istenen İran, İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanı Hizbullah’ı yakasından paçasından çekiştirip asıl işinden alıkoymaya çalışan İslamcılar acaba diyorum o dönemi yorumlarken Sıffın’da hangi pozisyondadırlar?
Bugün “Allah adına, Allah için!” derlerken, acaba Sıffin’dan, Nehrevan’dan alınan bir mirasın mı taşıyıcılarıdırlar…
Muhammed AK
Batının Emperyalist devletleri ve Ortadoğu’nun gerici krallıklarıyla eylem ve söylem birlikteliğini “İslamcı bir idealle” okumak ne denli mümkündür?
Yazık ki, AKP iktidarının ülkemizi getirdiği son noktada bu sorunun cevabını alabilecek özgürlükçü ve doyurucu tartışmaların yapılacağı zeminler altımızdan bir bir kaydırılmaktadır. “Muhafazakar kapalı bir rejim”e doğru hızla yol aldığımız bu dönemde; baskı, hedef gösterme, tehdit gibi; bireyi var olan fikirlerini beyan etme hürriyetinden alıkoyan davranış şekilleri, totaliter duvarlar arasına sıkışmışlık hissiyle yaşamamızı zorunlu kılmış durumda.
28 Şubat baskısının toplumda “tepkisellik hissiyle” doğurduğu bir patlamanın ürünü olan bu günkü iktidar döneminde maalesef tekrar başa dönme hallerini yaşıyoruz. Laisizmin hışmından kaçanlar muhafazakar kapalı rejim iktidarının gözlüğünden olaylara bakmaya zorunlu kılınmış. Yağmurdan kaçıp doluya tutulma yaşanmış. Hem de ne dolu…
Şu an Türkiye’de iktidar olan Muhafazakar kadro, siyasetçisi, akademisyeni ve gazetecisi ile tam bir güç birliği içerisinde AB/ABD/İngiltere politikasıyla paralel çalışma içerisinde yoluna devam etmektedir. Tam bir “sorunlarda sıfır politikası”. İlişkiler stratejik olma özelliği taşıdığından toplumdan gık çıkmaması adına her türlü önlem alınmış durumda. Muhalefet çökertilmiş, sermaye akışı hızlandırılarak halkın sesi kesilmiş, radikal unsurlar Büyük patronların (AB/ABD/İngiltere) amacına hizmet eder bir tarzda terbiye altına alınmış… Artık İran ve Hizbullah’a en çok bunlarla sövüyorlar. Militan özelliklerinden de faydalanarak aykırı ses çıkaranları yine bunların eliyle sindirmeye çalışıyorlar. Hesapları tutmuş görünüyor.
Ancak en üstün hesap olan Allah’ın hesabı da var tabi…
Ülkenin düşünce üreten kesimleri üzerinde kurulan ağlar, Küresel emperyalist düşüncenin hedef kitleyi dizayn eden toplum mühendisliği imzasını taşımakta. Dinin toplumun genel karakteri içerisinde önemli bir yer tuttuğu Türkiye’nin de dahil olduğu bu “hedef kitlenin” Emperyalizmin kutsadığı asıl amaca zarar vermeksizin kendi argümanlarını kullanarak yaşamını sürdürmesi batının birincil önceliği… Müslüman kitlenin namaz kılarak egemen güce (ABD/AB/İngiltere) hizmet etme durumu gibi.
Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde bu bölgede yaşanan işgaller neticesinde müstekbirlerin çizdiği sınırlarla adlandırdığımız ülkelerde yaşasak bile, aradan geçen zaman yeni operasyonları zorunlu kıldı. Bu zorunluluğun içerisinde süreci hızlandıran en önemli sebep ise 1979 İran İslam İnkılabı oldu. Bu inkılap, dinin toplumun dinamiği olması anlamında bir milat özelliği taşımaktaydı. Enerji hatlarının geçiş güzergahları, stratejik öneme haiz coğrafi durumlar, yeniden şekillendirilmesi gereken ülkeler listesi oluşturmakta beraber bunun nasıl olması gerektiği noktasında da işgalcilerde bir yol haritası oluşturmuş durumda. Tüm bunlarla bağlantılı olarak İsrail’in bölgede güvenli ve kalıcı olması ise AB/ABD/İngiltere için ortak payda…
Halkının büyük ekseriyetinin Müslüman olduğu Asya-Ortadoğu hattında bulunan ülkelerde mukim toplumların gündeminde önemli bir yer edinen İran’da yaşanan halk hareketi, din orjinli ve Devrimci karakter taşıdığından geniş bir coğrafyada yankı uyandırdı. İmam Humeyni’nin İran sınırlarını aşan, “İsrail’in bölgeye ait olmadığı, Doğu’ya da Batı’ya da hayır!” gibi “esastan” beyanları, hem bölge halkları hem de emperyalistler tarafından ciddi gündem oluşturdu. Cuma namazının ibadi olmasının yanında siyasi de olması gerektiği, Velayet-i Fakih olgusunun işlerliği gibi dini anlamada getirilen çağdaş yorumlar ise Batılılar kadar Müslümanların algısında da şiddeti büyük depremler yaratan açıklamalardı.
30 yıldır inkılabın boğulması için denenmedik yol bırakmayan Batılıların şimdilerde uyguladıkları en son yöntem ise İran’ı kendi silahı olan İslam’la vurmak! Halkların silkinip kendi değerlerini yeniden imar etmeleri için İran’ın tek referans olarak dayandığı İslam’ı, ona karşı öldürücü bir silah olarak kullanmak ve bu konuda özellikle İslami yönüyle meşhur olmuş kişi/kurum/akım/örgütleri kullanmak amacıyla denenen metot, bizzat İslam’ın kendi tarihinden yola çıkarak hazırlanmış çok ustaca bir plan aslında…
İslam dünyasının üzerini örtmeye çalıştığı, çoğu yönüyle halklardan gizlenmesi için bin bir türlü teviller üretilerek ters yüz ettiği tarihi hadiseler, bizzat bu ülkelerin(ABD/AB/İngiltere) toplum mühendislerince çağdaşlaştırılarak o gün elde edilen sonuçların tekrarı bugün sağlanmak istenmektedir.
Çok kanımızı akıtmıştılar, çok canımızı yandırmıştılar ama bu seferki biraz daha farklı; din üzerinden geliyorlar, mezhep üzerinden geliyorlar.
Ali Şeriati merhum, “Dine karşı din!” derken aslında tarihsel tecrübeden süzülmüş çağdaş bir uyarı yapıyordu. Müslümanların hadikaplarını görüyor, yaşayacakları musibetleri haber veriyordu. Cahiliye karakterden sıyırılamayan taassup ehli insanlar, Şii bakış açısının geleneksel algılarını değiştirmesinden korkar bir refleksle Şehid Şeriati’nin tespitinin tarihi olaylarda saklı kaldığını zannederek günümüze uyarlama basireti gösteremediler. Tarihte yaşanan olayları yorumlarlarken vurana da vurulana da rahmet okuyor; Ya da “sahabe eşittir gökteki yıldızlar” diyerek sırtını dönüyorlardı hakla batılın mücadelesine.
Muaviye’nin karşısında Ali(as)’nin yanında olmak zor geliyordu. On binlerce insanın öldüğü savaşta ölenin de öldüreninde aynı olduğunu söylüyorlardı.
Saf tutma diye bir pozisyon al(a)mıyorlardı.
Bunları yapabilecek gayretten yoksunluk çağdaş mevzilenmeleri de etkiledi işte.
Taraf olmanın mücadelenin namusu olduğunu, o olmaksızın tarih yazılamayacağını bilmiyor olmaları bir yana, bunu belirtenleri ise “yaraları kaşıyan” olarak tanımlayıp kendi geleneksel düşünce yapılarında oluşması gereken tutarlı bakış açısına yönelik tüm pencerelerin perdelerini sıkı sıkıya kapatıyorlardı.
Taraf olma becerisi olunması gereken tarafı da tanıtır aslında. Tarih boyunca Cemel, Sıffın ve Nehrevan’da bunu beceremeyenlerin bugün taraf olmalarında yaşanan rezalette buradan kaynaklanmaktadır.
Suriye meselesi aslında bu yönüyle de bir imtihandır. Hani Kerbela faciasını andığımız her yıl bir takım kötü niyetli kalemler “Tarihe mal olmuş bir olayı her daim diri tutmanın bize ne faydası var?” diyor ya. İşte tam da Suriye’de cevabını buluyor bu soru. İnsanlığın gördüğü en büyük facia karşısında bu denli lakayt olunmasaydı bu günkü basiretsizlikler yaşanmazdı elbet.
Baksanıza nasıl da “Lailaheillallah” diyerek savaşıyorlar AB/ABD/İngiltere ile aynı safta… İran’a, Hizbullah’a karşı duruşlarına bakın, adını saydığımız ülkelerden daha hevesliler onları yok etmeye.
Oysa daha düne kadar bu iki dinamik güçten (İran-Hizbullah) alıyorlardı ilhamlarını.
Son yüzyılın eli en kanlı ülkesi İngiltere planı kuruyor, ABD istihbaratı ve silahı, Katar’ın, Suud’un gerici kralları parayı, Türkiye lojistik desteği sunarak ortak bir paydada buluşuyor ve bizden bu organizasyonun “Allah’ın rızası için…” olduğuna inanarak katkı sunmamızı hatta cihada gitmemizi istiyorlar. Ellerinde onların silahı, telsizde onların istihbaratı ve hedefte Allah’ın rızası… Ağızlarda slogan: Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Bunların ölüleri şehid. Ortalık kan deryası…
İmam Huseyn(as)’nin boğazı kesilirken de “Allahu Ekber!” denmişti.
Ona tuzak kurup Kufe’ye çağıranlar, en ağır işkenceyle kafasını kesip belde belde dolaştıranlar da yaptıklarını şu cümleyle izah ediyorlardı: “Allah için…”
Bu arada tarihteki bir başka yaşanmışlık: İmam Ali(as), tüm çağların en büyük anarşistlerinden biri olan İbn-i Mülcem’in zehirli kılıcı karşısında namaz esnasında darbe almış ve akabinde şehid olmuştur. Bu haberin ulaştığı bir takım diyarlarda şaşkınlıkla şu soru sorulmuştur: “Mescidde ne işi varmış, niye Ali müslüman mıydı, o dinden çıkmamış mıydı?
İmam Ali için bu soru, bizim için sonsuz bir hüzün kaynağı olmakla beraber soruldu işte. Ali(as) vuruldu. Mazlum edildi, İslam adına haydutlar zafer çığlığı attı.
Peki, hangi güç böyle bir algıyı kazıdı toplumun zihnine, hangi provokasyonlar, hangi hileler…
“Allah adına, Allah için…” nasıl vuruldu Ali(as), nasıl başı kesildi Huseyn(as)’in??????
Bugün gelişen olaylar karşısında o günlere müracaat ediyor muyuz, tekerrür etmesin diye tarih, zihnimizi gönlümüzü teyakkuz haline sokmuş muyuz, yoksa Muaviye’nin ordusundaki halet-i ruhuyenin çağdaş taşıyıcıları mıyız?
Dezenformasyon deyin, tarihin en büyük hilesi deyin, akılsız- basiretsiz kalpleri körelmiş; İmam Ali(as)’nin değimiyle 10’unun 1 gümüşe satılacağı değersiz topluluklar deyin bu güruhtan İslam çok çekti, çoğu şey tersyüz etti bunlar. Hakikata sırtını dönenler o günde acı çektirdiler, bu günde…
Şimdi Suriye tüm bunları hatırlatıyor bana. Keşke İslam toplumu o günleri çözseydi de şimdi bu perişan halini yaşamasaydı diyorum. 30 yıldır sırf İslam dediği için şimdi İslamcılar eliyle boğulmak istenen İran, İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanı Hizbullah’ı yakasından paçasından çekiştirip asıl işinden alıkoymaya çalışan İslamcılar acaba diyorum o dönemi yorumlarken Sıffın’da hangi pozisyondadırlar?
Bugün “Allah adına, Allah için!” derlerken, acaba Sıffin’dan, Nehrevan’dan alınan bir mirasın mı taşıyıcılarıdırlar…
Muhammed AK
Yorum