Peygamber ve Kadın - Şehid Seyyide Amine Sadr Bint'ül-Hüda'nın kaleminden
PEYGAMBERİN TANIDIĞI KADINLAR (1- Hz Amine)
Karanlık bir çağın aydınlık saçan kadınıydı. Cehalet çağının tanınmış simasıydı. Kokuşmuş bir vahşet çağının mükemmel bir insanlık örneğiydi. Çağının en yiğit delikanlısı Abdülmüttalip oğlu Abdullah'ın saygıdeğer eşiydi: Abdullah'ı ve yiğitliğini kim bilmezdi ki? Kureyş'li genç kızların rüyası ve ideali olan erkek tanınmaz mıydı? Abdullah da onu beğenmişti işte... Kendisine eş ve çocuklarına ana olarak... Veheb'in kızı Amine'den iyisini mi bulacaktı? En soylu ailenin, en saygın yuvanın kızı olan Amine'den başkası mı gelecekti bu biricik makama?
Evet bu saygıdeğer dostumuzun adı Amine'ydi. Babası Veheb, ataları da Abd-i Menaf, Zühre, Kilab, Mürre ve Ka'b idi.
Şimdi o, oturduğu ağacın gölgesinde tatlı günlerinin anısını yaşıyordu. Sevgi ve mutlulukla geçen kısacık günlerini düşünüyordu. Kayıplara karışıp giden zaman sedaları gibiydi her şey.... Bir anlamlı sesti bu derinliklerde çınlayıp duran anılar... Bir ayrılık sancısıydı anıları. Yiğit sevgilinin anıları da olmasaydı hiç durabilir miydi yerinde?.
Kim bilir, şimdi o isteksizce ayrılan vefakar sevgili? Ne kadar da ihtiyacı vardı ona. Hele de şu günlerde... Yeni konuklarını, aziz bebeklerini karşılamak üzere olduğu şu günlerde... Ne kadar da ihtiyacı vardı bu kayıp sevgiliye... Şefkatiyle kendisini koruyup kollayacak, düş ve umutlarını paylaşacak, bu ilk doğumu beraberce karşılayacak kayıp sevgili neredeydi?... Tek başınaydı işte. Karnındaki eşsiz bebeğinin kalp atışlarını işitiyor gibiydi. Yüreğini daraltan bu sessizlik de olmasaydı, mutluluğuna diyecek yoktu. Ama o, sıla hasretinin biteceğine inanıyordu. Çünkü o, haber bekliyordu bu günlerde kayıp sevgiliden.
Abdullah hemen dönmeye çalışacaktı. Amine'nin bunda en ufak bir kuşkusu yoktu. İşini en kısa sürede bitirip evine bir an önce döneceğine inanıyordu. Ne de olsa o, Mekke'den ayrılırken geride gencecik, kendisini çok seven, karnında bebeğini taşıyan bir gelin bıraktığını biliyordu. Amine'nin en ufak kuşkusu yoktu. Bebeğinin babası, en kısa zamanda evine dönecekti. Yollarda oyalanmayacaktı. Seyahatini uzatmayacaktı. Çöl hayatı hoşuna da gitse, zaman kaybetmeden evine dönecekti.
Ya kafile yola çıkmak üzereyken Abdullah'ın kendine veda edişi... Amine, bunu asla unutamazdı. Çehresini bürüyen bağlılık ve sevgi ifadesini belleğinden silebilir miydi? Aydınlık dolu yüzünü bürüyen sevgiyi... O ayrılış anını hiç unutabilir miydi? O ayrılmak istemez halini, kardeşleri tarafından çekiştirile çekiştirile yola koyulmasını... Hiç unutabilir miydi?.. Gözlerden kaybolana dek kardeşlerinin ona takılmasını, atılan kahkahaları... Ya kervan toplanma yerine giderken ikide bir başını çevirip hasretle bakışını... Unutabilir miydi hiç?..
Kocasına her bakışında sevginin coşkun manalarını okuyor gibiydi. Gönülden bağlı olduğu biricik varlığıydı o. Yolcu kocası da bunun farkındaydı. Ardından hiçbir yolcunun bırakamayacağı bir şey bıraktığını biliyordu sanki...
Eşsiz bir bebeğe hamile olan Amine'nin kutsal bir nurla kuşatılmış olduğunu görüyordu belki de... Semavi bir ışık halesinin ortasındaymış gibi hissediyordu onu... Ama yolcu yolunda gerekti. O da koyuldu yoluna, yakında kavuşmak umuduyla...
İşte Veheb'in kızı Amine'nin günleri böyle geçiyordu. Kaybolmuş günlerin hatıralarını yaşayarak.. Gah acı, gah tatlı anılarıyla bir düş alemindeydi sanki, düş alemi yolculukları böylece geçip gidiyordu...
Ev tarafından gelen ses veya gürültüler de olmasa ayılacağı yoktu Amine'nin... Bir düş aleminde yaşadığını ancak o zaman anlayabiliyordu. Bir an dikkat kesiliyordu kulağına gelen seslere. Hep yeni haber var diye umutlanıyordu. Yoksa o mu dönmüştü? Ne olurdu sanki, kaybolmuş sevgilinin kervanı dönseydi?
Ne olurdu sanki beklemediği bir anda ayaklarının sesini işitseydi? Yolculuğu kısa kesip, zamanından önce sevgili bebeği ve ailesine dönemez miydi?
Amine'nin biraz umut, biraz da korkuyla acele etmesinin nedeni buydu. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Kalbi, önden gidiyor gibiydi. «Döndü mü?» diye sormak içindi bu acelesi. Soruyordu; ama aldığı cevap inilti gibi geliyordu kulağına.
Ne o? Yoksa Abdullah dönmüş müydü?
Eve gelenler vardı. Bunun farkındaydı. Evin alışılmış sessizliği yoktu. Bunu sezebiliyordu. Ama Abdullah'ı göremiyordu. «Hani Abdullah?» diye sormadan onu görmeyi umuyordu. Ama göremiyordu. Yol arkadaşlarının döndüğünü öğrenmesine rağmen kocasını göremiyordu. O zaman da ahlarını tutamayan Amine'nin ağzından:
«- Abdullah nerede?» kelimeleri dökülüyordu. Dökülüyordu; ama cevabını anlayacak halde değildi. Anlayabildiği birkaç kelimeyle zaten bunalıp yıkılmıştı. Sinirleri bir anda harap olup gitmişti duyduğu acıyla. Daha haberi öğrenmeden kendinden geçmişti.
- Hayır, Abdullah gelmedi. Gelenler yol arkadaşları.
Niye sorduğunu bilmeden tekrar soruyordu. Açıklamaya gerek olmadan tekrar tekrar cevap bekliyordu.
- Öyleyse hani Abdullah ? Niçin arkadaşlarından geri kaldı?
- Yolun yarısındayken hastalandı. Tedavi olmak için bir köye sığındı. İyileşir iyileşmez döner.
Bu cevap sanki ruhunu çekip almıştı. Sanki bir felaket haberini almış gibiydi. Sadece:
- Ah! Ben Abdullahsız ne yaparım, çocuğum babasız ne yapacak, diyebiliyordu.
Amine'nin bunca düşleri yok olup gitmişti. Umutları sönmüş, yıkılmıştı. Gencecik bir gelinken mutluluğu sönmüş, kaskatı bir matem havasına bürünmüştü. Uzak kalmıştı dünya lezzetlerinden, yalnızdı... Ne dünya umurundaydı, ne de bunca güzellikleri... Acılarıyla baş başaydı. Dayanılmaz bir ızdırap dünyasında kaskatı bir hüzün bulutunun altında eriyip gidiyordu.
Yaşamıyor gibiydi. Tek teselli kaynağı, ayrı düştüğü sevgilisinin, kaybolmuş mutluluğunun hatıralarıydı. Öldürücü bir hüzün ve dayanılmaz bir matem çeken bir çiçek misali solup gidiyordu. Abdullahsız bir hayatın anlamı kalmamıştı Amine için. Abdullahsız bir hayatın ne anlamı olabilirdi ki? Kendisine hayat veren Abdullah'tan ayrı bir dünyada...
Ama farkında olmadığı halde bir umut parıltısı vardı. Buydu onu hayata bağlayan. Yaşamak istemediği dünyaya kendisini bağlayan. Buydu ona yaşamı gücünü veren... Demek ki Abdullah'ın ölümüyle ölmemişti. Artık bunu biliyordu. Abdullah'a karşı sorumluydu. Çünkü onun çocuğunu karnında taşıyordu. Bunu unutamazdı. Unutmaya gelemezdi. Demek ki, kocasına karşı görevi henüz bitmemişti. Öyleyse çocuğu için de olsa yaşamak zorundaydı. Öyleyse bu acıya, bu dayanılmaz mateme dayanmalıydı.
Hep gerilere dönüyordu. Eşsiz kocasıyla ortak hatıralarına. Hayatına girmeden ve girdikten sonraki günlerine...
Etrafını saran bunca Kureyşli kızı bırakıp kendisini seçmişti. Kimileri onu kıskanmış, kimileri de imrenip sevinmişti. Ne de olsa Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah sıradan bir damat adayı değildi. Haşimoğullarının en genç erkeği ve Kureyş kabilesinin en yiğit delikanlısıydı. Ah. ne olurdu ölüm aralarını ayırmasaydı. Ne olurdu aralarına girmeseydi ölüm. Mutluluklarını yarım bırakmasaydı. Ah, birazcık daha yaşayabilseydi!.. Bari yavrusunu görünceye kadar, dünyanın karşılayacağı bu yavrucuğa acısaydı... Yetim ve biricik yavrucağıza...
Veda anını bir türlü unutamıyordu. Abdullah'ın vasiyetini... «Bebeğe iyi bak» deyişini. Bunu hiç, ama hiç silemiyordu belleğinden. Ama hani o, nerede şimdi? Beklenen sevgili bebek, babasını görmeyecek miydi?
Öyle de oldu. Bir yetim olarak doğdu Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed. Dünya onu böyle yalnız, dedesinin yuvasında ve kocasını kaybetmiş annesi Amine'nin kucağında karşılamıştı. Veheb'in kızı Amine... Hz. Peygamber, hayatındaki ilk kadının kucağında...
(Hz Halime ile devam edecek..)
PEYGAMBERİN TANIDIĞI KADINLAR (1- Hz Amine)
Karanlık bir çağın aydınlık saçan kadınıydı. Cehalet çağının tanınmış simasıydı. Kokuşmuş bir vahşet çağının mükemmel bir insanlık örneğiydi. Çağının en yiğit delikanlısı Abdülmüttalip oğlu Abdullah'ın saygıdeğer eşiydi: Abdullah'ı ve yiğitliğini kim bilmezdi ki? Kureyş'li genç kızların rüyası ve ideali olan erkek tanınmaz mıydı? Abdullah da onu beğenmişti işte... Kendisine eş ve çocuklarına ana olarak... Veheb'in kızı Amine'den iyisini mi bulacaktı? En soylu ailenin, en saygın yuvanın kızı olan Amine'den başkası mı gelecekti bu biricik makama?
Evet bu saygıdeğer dostumuzun adı Amine'ydi. Babası Veheb, ataları da Abd-i Menaf, Zühre, Kilab, Mürre ve Ka'b idi.
Şimdi o, oturduğu ağacın gölgesinde tatlı günlerinin anısını yaşıyordu. Sevgi ve mutlulukla geçen kısacık günlerini düşünüyordu. Kayıplara karışıp giden zaman sedaları gibiydi her şey.... Bir anlamlı sesti bu derinliklerde çınlayıp duran anılar... Bir ayrılık sancısıydı anıları. Yiğit sevgilinin anıları da olmasaydı hiç durabilir miydi yerinde?.
Kim bilir, şimdi o isteksizce ayrılan vefakar sevgili? Ne kadar da ihtiyacı vardı ona. Hele de şu günlerde... Yeni konuklarını, aziz bebeklerini karşılamak üzere olduğu şu günlerde... Ne kadar da ihtiyacı vardı bu kayıp sevgiliye... Şefkatiyle kendisini koruyup kollayacak, düş ve umutlarını paylaşacak, bu ilk doğumu beraberce karşılayacak kayıp sevgili neredeydi?... Tek başınaydı işte. Karnındaki eşsiz bebeğinin kalp atışlarını işitiyor gibiydi. Yüreğini daraltan bu sessizlik de olmasaydı, mutluluğuna diyecek yoktu. Ama o, sıla hasretinin biteceğine inanıyordu. Çünkü o, haber bekliyordu bu günlerde kayıp sevgiliden.
Abdullah hemen dönmeye çalışacaktı. Amine'nin bunda en ufak bir kuşkusu yoktu. İşini en kısa sürede bitirip evine bir an önce döneceğine inanıyordu. Ne de olsa o, Mekke'den ayrılırken geride gencecik, kendisini çok seven, karnında bebeğini taşıyan bir gelin bıraktığını biliyordu. Amine'nin en ufak kuşkusu yoktu. Bebeğinin babası, en kısa zamanda evine dönecekti. Yollarda oyalanmayacaktı. Seyahatini uzatmayacaktı. Çöl hayatı hoşuna da gitse, zaman kaybetmeden evine dönecekti.
Ya kafile yola çıkmak üzereyken Abdullah'ın kendine veda edişi... Amine, bunu asla unutamazdı. Çehresini bürüyen bağlılık ve sevgi ifadesini belleğinden silebilir miydi? Aydınlık dolu yüzünü bürüyen sevgiyi... O ayrılış anını hiç unutabilir miydi? O ayrılmak istemez halini, kardeşleri tarafından çekiştirile çekiştirile yola koyulmasını... Hiç unutabilir miydi?.. Gözlerden kaybolana dek kardeşlerinin ona takılmasını, atılan kahkahaları... Ya kervan toplanma yerine giderken ikide bir başını çevirip hasretle bakışını... Unutabilir miydi hiç?..
Kocasına her bakışında sevginin coşkun manalarını okuyor gibiydi. Gönülden bağlı olduğu biricik varlığıydı o. Yolcu kocası da bunun farkındaydı. Ardından hiçbir yolcunun bırakamayacağı bir şey bıraktığını biliyordu sanki...
Eşsiz bir bebeğe hamile olan Amine'nin kutsal bir nurla kuşatılmış olduğunu görüyordu belki de... Semavi bir ışık halesinin ortasındaymış gibi hissediyordu onu... Ama yolcu yolunda gerekti. O da koyuldu yoluna, yakında kavuşmak umuduyla...
İşte Veheb'in kızı Amine'nin günleri böyle geçiyordu. Kaybolmuş günlerin hatıralarını yaşayarak.. Gah acı, gah tatlı anılarıyla bir düş alemindeydi sanki, düş alemi yolculukları böylece geçip gidiyordu...
Ev tarafından gelen ses veya gürültüler de olmasa ayılacağı yoktu Amine'nin... Bir düş aleminde yaşadığını ancak o zaman anlayabiliyordu. Bir an dikkat kesiliyordu kulağına gelen seslere. Hep yeni haber var diye umutlanıyordu. Yoksa o mu dönmüştü? Ne olurdu sanki, kaybolmuş sevgilinin kervanı dönseydi?
Ne olurdu sanki beklemediği bir anda ayaklarının sesini işitseydi? Yolculuğu kısa kesip, zamanından önce sevgili bebeği ve ailesine dönemez miydi?
Amine'nin biraz umut, biraz da korkuyla acele etmesinin nedeni buydu. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Kalbi, önden gidiyor gibiydi. «Döndü mü?» diye sormak içindi bu acelesi. Soruyordu; ama aldığı cevap inilti gibi geliyordu kulağına.
Ne o? Yoksa Abdullah dönmüş müydü?
Eve gelenler vardı. Bunun farkındaydı. Evin alışılmış sessizliği yoktu. Bunu sezebiliyordu. Ama Abdullah'ı göremiyordu. «Hani Abdullah?» diye sormadan onu görmeyi umuyordu. Ama göremiyordu. Yol arkadaşlarının döndüğünü öğrenmesine rağmen kocasını göremiyordu. O zaman da ahlarını tutamayan Amine'nin ağzından:
«- Abdullah nerede?» kelimeleri dökülüyordu. Dökülüyordu; ama cevabını anlayacak halde değildi. Anlayabildiği birkaç kelimeyle zaten bunalıp yıkılmıştı. Sinirleri bir anda harap olup gitmişti duyduğu acıyla. Daha haberi öğrenmeden kendinden geçmişti.
- Hayır, Abdullah gelmedi. Gelenler yol arkadaşları.
Niye sorduğunu bilmeden tekrar soruyordu. Açıklamaya gerek olmadan tekrar tekrar cevap bekliyordu.
- Öyleyse hani Abdullah ? Niçin arkadaşlarından geri kaldı?
- Yolun yarısındayken hastalandı. Tedavi olmak için bir köye sığındı. İyileşir iyileşmez döner.
Bu cevap sanki ruhunu çekip almıştı. Sanki bir felaket haberini almış gibiydi. Sadece:
- Ah! Ben Abdullahsız ne yaparım, çocuğum babasız ne yapacak, diyebiliyordu.
Amine'nin bunca düşleri yok olup gitmişti. Umutları sönmüş, yıkılmıştı. Gencecik bir gelinken mutluluğu sönmüş, kaskatı bir matem havasına bürünmüştü. Uzak kalmıştı dünya lezzetlerinden, yalnızdı... Ne dünya umurundaydı, ne de bunca güzellikleri... Acılarıyla baş başaydı. Dayanılmaz bir ızdırap dünyasında kaskatı bir hüzün bulutunun altında eriyip gidiyordu.
Yaşamıyor gibiydi. Tek teselli kaynağı, ayrı düştüğü sevgilisinin, kaybolmuş mutluluğunun hatıralarıydı. Öldürücü bir hüzün ve dayanılmaz bir matem çeken bir çiçek misali solup gidiyordu. Abdullahsız bir hayatın anlamı kalmamıştı Amine için. Abdullahsız bir hayatın ne anlamı olabilirdi ki? Kendisine hayat veren Abdullah'tan ayrı bir dünyada...
Ama farkında olmadığı halde bir umut parıltısı vardı. Buydu onu hayata bağlayan. Yaşamak istemediği dünyaya kendisini bağlayan. Buydu ona yaşamı gücünü veren... Demek ki Abdullah'ın ölümüyle ölmemişti. Artık bunu biliyordu. Abdullah'a karşı sorumluydu. Çünkü onun çocuğunu karnında taşıyordu. Bunu unutamazdı. Unutmaya gelemezdi. Demek ki, kocasına karşı görevi henüz bitmemişti. Öyleyse çocuğu için de olsa yaşamak zorundaydı. Öyleyse bu acıya, bu dayanılmaz mateme dayanmalıydı.
Hep gerilere dönüyordu. Eşsiz kocasıyla ortak hatıralarına. Hayatına girmeden ve girdikten sonraki günlerine...
Etrafını saran bunca Kureyşli kızı bırakıp kendisini seçmişti. Kimileri onu kıskanmış, kimileri de imrenip sevinmişti. Ne de olsa Abdulmuttalib'in oğlu Abdullah sıradan bir damat adayı değildi. Haşimoğullarının en genç erkeği ve Kureyş kabilesinin en yiğit delikanlısıydı. Ah. ne olurdu ölüm aralarını ayırmasaydı. Ne olurdu aralarına girmeseydi ölüm. Mutluluklarını yarım bırakmasaydı. Ah, birazcık daha yaşayabilseydi!.. Bari yavrusunu görünceye kadar, dünyanın karşılayacağı bu yavrucuğa acısaydı... Yetim ve biricik yavrucağıza...
Veda anını bir türlü unutamıyordu. Abdullah'ın vasiyetini... «Bebeğe iyi bak» deyişini. Bunu hiç, ama hiç silemiyordu belleğinden. Ama hani o, nerede şimdi? Beklenen sevgili bebek, babasını görmeyecek miydi?
Öyle de oldu. Bir yetim olarak doğdu Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed. Dünya onu böyle yalnız, dedesinin yuvasında ve kocasını kaybetmiş annesi Amine'nin kucağında karşılamıştı. Veheb'in kızı Amine... Hz. Peygamber, hayatındaki ilk kadının kucağında...
(Hz Halime ile devam edecek..)
Yorum