Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

güzel alıntılardan...

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    güzel alıntılardan...

    Ey benim kararsız gönlüm,
    … O'nun (ebedî) Zâtı'ndan başka her şey, herkes, yok olmaya mahkûmdur; Hüküm (ve mutlak hâkimiyet) sadece O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz. [Kasas, 88]


    Ey aşk padişahına yenilen, ona mat olup kalan! Bu hale üzülme! O'na karşılık verme! Yokluk bağına gel de, kendi ölümsüz canında cennetleri seyret! Eğer sen kendi varlığından, benliğinden birazcık olsun ileri gidersen bunların ötesinde bu mana göklerini seyredersin. Ayrılığa fazla dayanamadığı için dağlardan köpürerek, ağlayarak, feryat ederek, başını taştan taşa çarparak aslına doğru koşan sel, denize kavuşunca ne olur? Heyhat artık onun varlığı kalır mı? [Hz. Pir Mevlana]


    Hâsılı benden çıkıver, benliği virân ediver
    Canda beni ister isen benliği at cân oluver


    O Allah'a hamdolsun ki insana bilmediğini öğretti, Âdem'i âleme halife kıldı. Mahlukatı yarattı. Onlara nimetlerini fenâ ve fakr (yokluk) vasıtasıyla ulaşmaları için sevdirdi. Kendi nurundan bir parça aldı. O nurdan ruh-u Muhammedi'yi yarattı. O'nu şefkatle terbiye etti, ikramla yüceltti, risâlet vazifesiyle seçkin kıldı. Bizleri de âlem ağacının tohumu ve Alemlere rahmet olan Hazret-i İnsan'ın ümmeti kıldı. Ve yine O Allah'a şanına yakışır şekilde hamd olsun ki şu geçip giden satırlar vasıtasıyla aramızda muhabbeti var eyledi, can kulaklarınıza mana şarabını sunmamıza müsaade etti:





    Tevhid etsin dilimiz, Pâk olsun hem kalbimiz
    Sırlar görsün gözümüz, La ilahe illallah hu La ilahe illallah
    Canından her kim geçer, Elbet maksuda irer
    Zevk û sefasın surer, La ilahe illallah hu La ilahe illallah


    [NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]


    - Lisan-ı Arabî'den biraz mürekkep yalamışlığımız varya mektubun ifade-i merâmında münasip buyurduğunuz ayette "fenâ bulma" olayının ism-i fail vezninde bir kelimeyle belirtilmiş olması nedendir?


    - Fenâ bulma, yok olma işinin istimrarını yani geniş bir zaman dilimi içinde devamlılığını belirtmektedir. Haddi zatında Hakk'ın dışındaki varlıklar, kendi vücudları ile kâim olmadıkları ve "kaim bi-nefsih" (varlığı kendinden) bir zatın varlığına muhtaç bulundukları için sanki yok hükmündedirler. Bu yüzden O'nun dışındaki herşeye fenâ libâsı giydirilmiş; bakânın sadece O'na ait olduğu sarahaten belirtilmiştir.


    - Tam da buradan tasavvufa da bir yol olsa gerek?


    - Olmaz mı! İlk devir sufilerinden Cüneyd-i Bağdadi'ye göre tasavvuf "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi" dir. Böylece "Fenâ (kendi varlığından geçerek yok olma)" nın en üst derecesini yaşayan sâlikin teslimiyyet ve sükunet halini, elest bezmindeki sükunete benzetir Hazretim.


    - Tasavvuf yolunun yolcularının kendilerinden bahsederken "fakir" tabirini kullanmalırında bu fena-yokluk ile bir bağı var m'ola?


    - Nâzarım bugün tesbitlerin pek bir isabetli… Meydan terbiyesinde en ayıp sözlerden biri "ben" demektir. Dervişin "ben" diye söze başlaması ta başında kabahat etmek demektir. "Ben" sözü lisânına bile yerleşmeyecek ki benlikten kurtulabilesin. Günahların bir çoğu hayalde ve dimağda kendisini meyil olarak gösterir ve bu meyil kalbe, kalbden de lisana tesir eder. Ben demenin hata olduğunu bilen derviş benlik sevdasından uzaklaşmakla kalmaz, aldığı terbiye ile öyle bir noktaya gelir ki ben demeyi ve benliği unutur. Ben kelimesini benliği unutmak için bırakıp yerine "fakir" tabirini kullanılır. "Fakir" benliğim dahil her şeyi terk ettim. Ne benliğimden be başka kimseden bir şey ümid ettim, ben ancak Allah Tealaya muhtac ve talibim demektir.


    - Derviş bu kemalde olmasa da "fakir" tabirini kullanmalıdır?


    - Elbette… Bilmez misin ki sözler dua gibidir. Bir kişi ısrarla duada bulunsa ve bir zikir üzere azmetse, sebat etse elbet zikrettiğine ve niyazının neticesine erişir. Yani fakir, fakir diyerek inşallahu Teala o da Allah'tan gayrıya muhtaç olmayan kişiler zümresine dahil olabilir, Peygamber efendimizin "el-fakru fahri" buyurduğu sırra nâil olabilir.



    Ey insanlar, siz Allah'a karşı fakir; yani muhtaçsınız. Allah ise ganîdir; yani herşeyden müstağnidir.[Fâtır, 15]


    - Yani fakir olduğumuz Hakk'ın ayeti ile de sabit dersiniz…


    - Bu "fakr" ki Hakkın varlığıyla var olma ve fani varlıktan sıyrılmadır ki tam ihtiyaçsızlıktır. Bu "fakr" ile sıfatlanabilmek için bütün dünya ve dünyayla ilgili şeyleri terketmiş, cennet arzusundan sıyrılmış olan bir Hak dostuna, hüsn-ü zannından dolayı BİR KESE ALTIN sunmak isteyen cömert bir zengin şu irfanlı cevapla karşılaşmıştır: Ben gınanın (zenginliğin, ihtiyaçsızlığın) aynı olan bu fakrı; dünyayı, ukbâyı ve kıymet biçilmez pek çok mal ve mülkten geçmekle satın alabildim. İnsaf et, şu bir kese dirhemine mukâbil onu nasıl satabilirim?


    Allah'ım beni sana karşı muhtaç (fakir) kılarak müstağni eyle, kendinden başkasına muhtaç (fakîr) etme! [Hadis-i Şerif]


    - Cümle işlerde olduğu gibi "fakr ve fena" bahsinde de zirve, numune-i imtisalimiz olan Hz. Peygamber…


    - "Fakr" makamında da zirve ancak O'dur. Resulu Kibriya Efendimiz'in ne dünya nimetlerinde ne de ukba süslerinde gözü yoktu. Bu da ayet ile sabittir.


    Gözü ne şaştı, ne haddinden aştı. And olsun ki Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.[Necm, 17-18]


    - Bu demektir ki Hz. Peygamber'in (sav) miracında kendisine melekut ve ceberut aleminin hazineleri gösterilmiş fakat o gönlüyle de gözüyle de hiçbirine iltifat etmemiştir. Yedi kat göklerdeki ruhlar onu görmek için koşmuşlar hurilerle birlikte semaları doldurmuşlardı. O baksın, görsün ve beğensin diye bütün güzelliklerini önüne sermişlerdi. Fakat O, tek bir dosttan başkasına bakacak halde değildi. Gönlü Hakk'ın azameti ve celaliyle dolu idi.


    - Bir insan olarak bizler bu yakınlığa nasıl ulaşabiliriz?


    - "Fenâfillah" makamında… Sen de mirac'dan hisseyâb olmak dilersen Hazret-i Peygamber'in şahsında aşk ile eri, O'nun şahsiyetinde fenâ bul! Hz. Peygamber'e duyulan muhabbet, ilâhî aşkın hem başı, hem de sonudur. Bu da başta Hz. Peygamber modeline uyma şeklinde ortaya çıkar. Sonunda bu sevgide istiğraka erip Allah'da fanî olmak şeklinde gerçekleşir. İlâhî aşk, sabır ve sebat ile Hz. Peygamberin davranışlarını taklide bağlıdır. Rasulullah'ın sıfat ve ahlakını benimseyip taklid ile başlayan bu iletişim ilahi sırların kapılarını açar. Ardından taklid, tahkîk vadisine erer. Kalbi fenâ bulmuş kimse, ilahi fiillerin tecellilerine mazhar olur. Vahdet denizine garkolan sâlik, o denizden başka birşey göremez, kendisini bu denizin damlası olarak görür. Yâni ibadet, aşk ve birlik haline gelince de Allah'ı sevmekle Rasulü sevmenin aynı şey olduğu ortaya çıkar.


    Zâtıma mir'ât edindim zâtını
    Bile yazdım adım ile adını

    - Varlık bahsinde riâyet etmemiz gereken ölçü yine Hak Nebi dilinden;
    Dünyâya gönül bağlama ki Hak seni sevsin; insanların eline bakma ki halk seni sevsin. [Hadis-i Şerif]

    - Eğer ilâhi güzelliğin hele ilahi varlığın senin yüz ve gönül aynanda da tecellisini istiyorsan yokluğu seç. Varlıkta yok olmanın sırlarını ara bul ki o güzellik (hüsn-i mutlak) senin de saf aynanda tecelli zevki bulsun.


    - Her şeyin kendi zıddı ile meydana çıkması bir hakikattir. Acı olmasa tadın, çokluk olmasa birliğin manası, kıymeti elbette bilinmez. Varlık da ancak yoklukta görünür.


    - Zengin, zenginliğini ortaya koyabilmek için fakire muhtaçtır. Nitekim nur olmasaydı karanlık nedir biz bilmeyecektik. Aslında uçsuz bucaksız karanlık bir alem olan dünyamızda gördüğün her şey, güneşin saldığı ışıktandır. Bir yerde ki noksan vardır, yokluk vardır, orası mutlaka bir hünerin aynası olur. Çün bir sanatkârın hünerini meydana koyması için o yerde eksiklik lâzımdır. Demek ki kemâlin aynası noksanlıktır. Bu sebepledir ki kendinde bir kusur, bir erme ve bütünleme ihtiyacı olmayan kimse Allah'ı aramaz ve anmaz. O biçare kendisini tam ve mükemmel zanneder. Kendi aczinden hatta kendi yokluğundan haberi yoktur. Kendisini var sanır.


    Ey seven ve sevilen Allah'ım, benim de yoklukla aramı uzlaştır, beni onunla barıştır. Ben de sende yok olmak arzusundayım. Ekmek, yemek, midede yanar yok olursa, o zaman akıl olur, can olur, hasetçilerin bile hasret çektikleri bir hale gelir. Geri kalanları benden gizli olarak, sana aşk söylesin! Sen, Ashab-ı Kehf gibi hem uykudasın, hem de uyanık! [Hz. Pir Mevlana]

    Ya Rabbi bu duaya AMİN diyen canları YOKLUK tâcı ile mürîd iken murâd eyleyiver (İrade etmeyip bırakıp Murâd-ı ilahiye râm olanlar zümresinden kılıver)


    Ya Rabbi cümlemizi, bütün ilâhî isim ve sıfatları üzerinde lâyıkıyla tefekkür eden, onların gerektirdiği güzel ahlâk ile yaşayan ve böylece ilâhî muhabbet ve dostluk iklîmine vâsıl olan kullarından eyle! Ya Rabbi bizleri sevip sevdirdiğin bahtiyar kullarından eyles! Kendinden gayriye, yâni mâsivaya karşı gönlümüze nebevî bir istiğnâ ihsân buyurup bütün rağbet, alâka ve bağlılığımızı yüce aşkına ve emr u fermânına tahsîs eyle!

    Yâ Rabbî Habibinin ayı olan Şaban-ı Şerifi hakkımızda mahza hayr ve bereket kıl, Habibinin güzelliğinden kalblerimize bir hâl nasîb eyleyip lütf û inâyetinle, aşkına mahkum olacağımız nice Ramazanlara eriştiriver…
    Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
    Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

    #2
    Ynt: güzel alıntılardan...

    Az vakti kalanlara,
    Ey kavmim! Haydi artık günahlarınız için Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da tevbe ve pişmanlık içinde O’na yönelin ki, size gökten bolca rahmet ve bereket yağdırsın; gücünüze güç katsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin. [Hûd, 52]

    Hakk cemâlin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
    Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan

    Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz, dudaksız feryâd edip duruyor. “Susarak konuşma” dedikler böyle bir şey olsa gerek… Kamış, şekerle dolu olursa, ses vermez; eğer sen kamış değilsen; içini kötü duygulardan, benlikden temizlemiş, boşaltmış isen, dudağını, kulağını neyzenin dudağına yaklaştırıp manevî şekerler çiğnersin.

    “Sen hamûş ol, macerâyı çesm-i giryân söylesin!”
    (Sen sus, macerayı ağlayan gözler söylesin)

    Nasıl ağlamayalım dün gece evinde yağmur vardı, Temmuz ayında göğün kapıları açılıverdi de haremi pâkine Hakk’ın lütuf bulutlarından Rahmet yağmurları indi. İnsanın taş kesilmesin diye, taşın insan kesildiği evin feryadına daha fazla dayanamadı gökler:
    Yağmur; Seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

    Binler aşığın nazarını celbeden o evin cazibesine tutulan pervanelerin feryadına ses verdi gökler:
    Yağmur; Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

    Uzak ülkelerden gelen Rahman’ın misafirlerine, visâlin taliplerine ikram edildi gök sofrasından:
    Yağmur, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

    Vareden’in adıyla insanlığa inen Nûru, alemlere Rahmet olarak gönderilen yağmur bildik biz ve O’nun yağmuru sevdiği gibi sevdik; “Daha Hakkın rahmetinden yeni gelmiştir, üzerindeki cemal tecellisi tazedir” diyerek…

    Hem her bir damlası bir meleğin kanadında inen üzerimize düşen bu zerre, ya beyt-i mamur’a meleklerin kıblesine dokunmuşsa,
    Rahmetinin damlası cennetim olmaz mı sultânım!

    Geceleri uyan ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır, ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir. [Hz. Pir Mevlana]

    İşte bir gece vakti, böylesi bir yağmurda ıslandık efendim …

    Şeyh-i Ekber Hazretlerinin işareti olmasaydı daha devam ederdik ama, buraya kadarmış;

    İbn-i Arabi hazretleri Mısır’da bir tarikat cemaatinin davetine icabet eder. Orada bir takım şeyhler de davetli olarak bulunmaktadır. Ev sahibi hazırladığı yemekleri açılan sofraya döşeyip misafirleri buyur ettiği sırada her nasılsa içine küçük abdest yapılması için (tebevvül) yapılan hiç kullanılmamış olan sırça çanak da sofraya getirilir. Bu sırça kap erenlerden birinin şerbet içmesi için kullanılınca derhal lisân-ı hâl ile Cenab-ı Hakk’a:

    “Ya Rabbi, sana hamd ü sena olsun ki, bana evliyaya maşraba (bardak) olmayı nasib eyledin, bundan sonra başka bir iş için kullanılmayı istemiyorum!” diyerek kırılıp paramparça olur. Bunun üzerine Şeyh-i Ekber hazretleri oradakilere “Bu çanağın söylediklerini duydunuz mu?” diye sorar. Onlar da “Evet, işittik” diye cevap verirler. Şeyh Hazretleri:

    “Ben başka bir şey daha idrak ettim, o çanak dedi ki: Ben cansız bir eşya olduğum halde, idrak sahiplerince kullanılmak şerefine eriştikten sonra artık temiz olmayan bir şeyin kabı olmak istemediğim için kendimi kırıp yok ettim. Sizin kalpleriniz de gerek iman şerbetine gerek temiz irfan şarabına kap olmakla beraber her biriniz cihanın göz bebeğisiniz. Artık o gayb hazinesi olan kalplerinizi aldanış yurdu olan dünya sevgisine, şehvet ve hevâ pisliğine yer olmasına nasıl razı olursunuz?”

    Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
    Minicik gövdeme yüklü kafdağı,
    Bir zerreciğim ki , arş’a gebeyim,
    Dev sancılarımın budur kaynağı!

    Benzim safran gibi sarardı. Boynum büküldü, çene düştü. Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar! Hz. Muhammed’i gözleyen gözüm, gamınla sana müştakım diyor. “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” ayetinin sırrı, gel de o dağınık saçlar arasından yüzünü göster!” Ey azîz varlık, ey Hakk ile gören göz, ey her şeyi bilen gönül! Gel! Dünyada mevcut bütün canlar, sana karşı canlıktan çıkıyorlar, beden oluyorlar. Halbuki sen, cansın, canlar canısın, cansız beden ne işe yarar? Ben çok eskiden, sana gönül vermiştim. Gel, ey sevgili gel de simdi sana canımı da vereyim! Ey sevgili, ilacım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin, çaresiz gönlümde senden başka ne varsa hepsi yok oldu, beni kimsesiz bırakma! Ne olur Gel artık!

    İşte hali her dem hata ve isyan olan fakirin yağmurdan sonra Hakk’ın rahmetinin tuğyân ettiği Şaban-ı Şerif’te, haremi pâkinden niyazımız o dur ki:

    Mevlam, cümlemizi, Resulu Kibriya efendimizin şefkat nazarıyla gelen şifâ, hidâyet ve rahmetiyle buluşturup huzur içinde vuslat-ı ilâhîye koşan bahtiyar kullarından eylesin!


    Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
    Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, Mâh-ı Nebi olan Şaban-ı Şerif, ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah, Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

    Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,
    sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .


    Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;
    Yüksek müsaadelerinizle

    Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin

    Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
    huzur bulasınız efendim
    Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
    Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

    Yorum


      #3
      Ynt: güzel alıntılardan...

      Ey canını cismi için yakan,
      O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak Allâh'a kalb-i selîm (tertemiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ! [Şu'arâ, 88-89]

      Bir aynadır gönül Hakk'ı gösteren,
      Senin aynan bulanık acep neden?
      Aynan aydın olsun istersen ey dil!
      Tevhîddir onun cilâsı bunu iyi bil.

      Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk'ın huzûruna yokluk götür. Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk'ın rengine boyanabilmektir. Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş'tir. Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yani hiçliğe er! Zira her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar. [Hz. Pir Mevlana]


      Yola düşersen, sana yol açarlar. Yok olursan, seni varlığa ulaştırırlar.

      Bismillah deyip düştük yola amma umarız ve dileriz ki bu satırlar "Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!" nasihatine muvâfıktır.

      Ermişlerdir gelenler bizden evvel
      Kulak âşık olmuş gözden evvel

      Madem öyle daha fazla bekletmeyip Derviş Mustafa Dedemizin Beyati Ayin-i Şerifi'nin III. Selamı'ndan katreler sunalım,
      aşk ile nûş ide görün, iyi gelecektir… [247. Mestmp3]

      [NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

      - Dedem, son mektubunda "Es-Settar" esmasında bırakmıştın bizleri, yolda komazsın değil mi?
      - Eyvallah, Rabbimizin cemâlî esmâsındandır "es-Settâr" ism-i şerîfidir. Kullarının gizli-âşikâr bütün hâllerine vâkıf olan Rabbimiz, onların nice ayıp ve kusurlarını örter ve bağışlar. Böylece onların hâllerini ıslâh edebilmeleri için fırsat verir. Zira ayıp ve kusurları açığa çıkan birinin hâlini düzeltebilmesi artık çok zordur.

      - Yahu adam o kadar yapmış etmiş, alem bilsin de ibret alsın işte?
      - Unutmayasın gönüller nazargâh-ı ilâhîdir. Bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onun gizli kusurlarını araştırıp ortalığa dökmek, gönlünü rencide edeceğinden Rabbimizin de gazabını celbeder. İnsanların iffet ve haysiyetini zaafa uğratan hâllerini anlatmak ve böylece kendini üstün göstermeye çalışmak gibi süflî tavırlar, bu hususta gaflet edenlerin nice hayırlı amellerinin bile hebâ olmasına sebebiyet verir.

      - Hem o ayıp kimin ayıbı, onu da iyi anlamak lazım değil mi? Peygamber Efendimiz (sav) "mümin, müminin aynasıdır" hadis-i şerifi bunu anlatmaz mı?
      - Ayna ya, gönül aynası bazen kişinin kendisine ayna olur. Bazen mümin kardeşine ayna olur. Bazen de Rabbinin sıfatlarına ayna olur.

      - O halde kişi hem gönül aynasını temiz tutmalı ki, başkalarına ayna olsun, hem de gönül aynası tertemiz olanları kendine dost edinmeli ki, kendi hatalarını görsün.
      - O halde canlar "ben"inden çıkıp aynadaki aksine yani aynadaki "ben"in nasıl olduğuna bakmalıdır. Bizi mutlu kılan aynadaki "ben"lerimiz, akislerimizdir. İnsan "ben"ini yüceltebilir ama aynalar yalan söylemezler...

      Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. [Şems, 9]

      - Peki gönül aynamızı nasıl parlatıp cilalamalı?
      - Cenâb-ı Hakk'ın cemâlî sıfatları, ancak nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş olan mü'minlerde en güzel sûrette tecellî eder. Bu sebeple bir mü'min, iç âlemini bütün menfîliklerden arındırabildiği, yani Allah'tan uzaklaştıran her şeyden temizleyebildiği nisbette, ilâhî ahlâkın pek cilalı bir aynası hâline gelebilir. Biz de gönül aynasını Kur'an ve sünnetle her an temizleyen, zikrullah ile cilalayan, azaları ayna olarak Efendimiz'in hal ve harekatını bize yansıtan "gönül sultanları"na bakarak güzelleşelim, yarın Hak Divanı'na kalb-i selim ile gidelim…

      Hiç şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz; ancak kalblerinize nazar eder.[Hadis-i Şerif, Müslim, Birr-33]

      - Demek, bize kalb-i selim lazım...
      - Hazret-i Pir Mevlânâ (ks), kalb-i selîmle ilgili şu misâli verir: Yûsuf -aleyhisselâm-, seferden gelen bir dostuna: "Bana ne hediye getirdin?" diye sorar. Dostunun cevabı pek mühimdir: "Sende mevcûd olmayan nedir? Ancak senin cemâlinden daha güzel bir şey olmadığı için sana bir ayna getirdim ki, her vakit sendeki cemâl tecellîlerini onda müşâhede eyleyesin!.."

      - Allah'ta olmayan ne vardır ve O'nun neye ihtiyacı olabilir?
      - Hakk Teâlâ Hazretleri her şeyden münezzehtir. Bütün güzelliklerin asıl hâlıkı ve asıl müsebbibidir. "O'nun neye ihtiyacı olabilir?" diye kul kendisine sorması, O'nun yüksek huzûruna kalb-i selîmi muhâfaza ederek gitmek îcâb eder ki, O'nda eşsiz ve sonsuz cemâl ve esrâr tecellîleri müşâhede olunsun!

      - Aman efendim Kirli puslu bir camdan seyrederiz alemi...
      Gözünün önüne mâvi cam koyan kimse, dünyayı masmâvi görüyorsa bu, dünyanın mâvi oluşundan değil, camın rengindendir. Eğer sen de dünyayı bir camın ardından seyrediyorsan, sana çirkin görünen kadar güzel görünenler de, sana kusursuz görünenler gibi noksan ve ayıp görünenler de hüviyetlerini senin baktığın camdan alıyorlar. Yâni sen onlara kendi nefsinin camıyla bakıyorsun demektir. Hülasayı kelam, sen başkasının ayıbını görmekle oyalanırken, kendi ayıplarını görmekten uzak kalıyorsun, dilini başkalarının kötülüğü dedikodusuna harcıyor, ne yazık ki etrâfına güzel sözler söylemez oluyorsun...

      - Peki biz aleme hangi gözle bakalım?
      - Mü'min kimse, bu aleme başka bir gözle bakar. Yol büyüklerinin "Senin ile bakayım, seni göreyim Mevlâm" mısralarını düşün... Bu dünyâya kendi gözünle değil (noktayı nâzar) senin yaratanın gözüyle bakıp yine seni yaratanı (esma tecellisi) görmeye çalış (ki görüp görebileceğin tek ve mutlak güzellik ancak O'dur) Hem etrafına bakarken Allah'ın nâriyle değil nûruyla bak! Varlıklara Allah'ın nârıyla yani ateşiyle bakanlardır ki O'ndan uzak kalmanın hüsranı içinde kalır, iyiyi kötüden ayıramazlar. Allah'ın celâlini cemâle çevirmek yani O'nun yakıcı ateşinden uzaklaşıp büyüleyici güzelliğini görmek için, çevrene O'nun dilediği bakışlarla bak.

      - Eksik olmayasınız, hasta hasta yorduk sizleri de, dua eder, dua bekleriz...
      - Ya Rabbî! Sen bize o temiz aşk ve muhabbet suyundan ver ki bizim dünya ateşimiz sönsün, yerinde senin nûrun belirsin. Sen istersen nâre, dilersen nûr a gark edersin. Bizim için nûru seç. Senin ceza ateşinle değil, güzelliğinin nurunda ateş-i aşkın ile yanalım. Bizi kendi huzuruna al. Bizi kendimizden uzaklaştır ve sana yakın et. Gönüllerimize sırların en güzeli olan kendi sırrını doldur. Gözlerimizden bu çok renkli dünya nakışlarını sil ki yalnız seni(nle) görelim.

      Aşkı ile yak ya huu ki huzur bulalım

      Receb-i şerif ile bereketlenen gönlünü ilahi ahlaka ayna kılana aşk olsun,
      Kur'ân'ı kendine ayna yapıp onu Efendimizin aşkı nuruyla okuyan o aynadan kendini müşahede eyleyene müjdeler olsun…

      Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
      Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma, mağfiret vesilesi Receb-i şerif,
      ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
      Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler


      Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
      Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
      huzur bulasınız efendim
      Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
      Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

      Yorum


        #4
        Ynt: güzel alıntılardan...

        Aşka müşteri olana,
        (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan, pişmanlık duyan kimse hakkı için…[Kıyâmet, 2]

        Gelmişem vahdet elinden aşk ile dîvâne ben
        İçmişem câm-ı ezelden olmuşam mestâne ben

        Ey aşk, benim bütün ayıplarımı, kusurlarımı gördüğün halde yine beni satın aldın. Bu ne kusurlu, ayıplı metâ, bu ne kusur görmeyen lütuf sahibi bir alıcı? [Hz. Pir Mevlana]


        Eskimeyen Musikimizde “Beyâtî” aşkı terennüm eyleyen bir makam diye bilinir. “Geceye has” mânasındaki kelimenin aslı Arapça “beyt: gecelenen yer, ev”. Beyâtî âlemi, bize aşığın uykusuz gecelerini, yâd-ı hayal-i yâr ile geçirdiği gündüzlerini anlatıyor. Neyzen Hacı Emin Dedemiz, o olgun ve saf aleminden mektubumuza Beyâti nağmeler taşıyor. Gayet revnaklı, vurucu, nârin nağmelerden oluşan eserimiz sizi bu aleme girmeye teşvik edecek… Beyati peşrev, kendi başına bir âyin gibi derin ve pek mânidar bir eser; hele bir kulak verin; her dinlediğinizde yeni mârûzatlar, yeni niyâzlar işiteceksiniz. Sizlere asla yabancı olmayan halleri göreceksiniz…


        Mutrıba sevdâsını halkın, Beyâti tâzeler,
        Âteş-i aşkı devâm-ı şevk ile yelpâzeler.



        [NEV-NİYÂZ ve DEDESİ]

        - Yolumuzun büyükleri “Ayıp eden bizden, ayıp gören bizden değil” buyurmuşlar değil mi?

        - Gözümün nuru Resulu Kibriya Efendimiz: “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun” buyurmuş daha ne diyelim… Hem bak giriş kapısına kocaman yazdık: Ancak kendini ayıplayan, kınayan nefse, yani insanın kendi kusurlarının ve eksikliklerinin farkında oluşunu bildiren “Nefs-i levvame” ye dâir ayet-i kerimeyi…

        AZBÎ küstâhlıklar sende ayândır
        Sen ben deme, daim hâl-i şeytandır
        Ahde sabit kadem ehl-i imandır
        Gördüğün ört, görmediğin söyleme.

        - Hz. Pir Mevlana buyuruyor ki: “Allah bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmak isterse, o kimseye başkalarının ayıbını söyletir.” Bu ne demektir?


        - Demek oluyor ki ayıplı kimsenin ayıbını söylemek, yâ Rabbi benim ayıplarımı da yüzüme vur, benim ayıplarımı da fâş et, ortaya dök diye hal diliyle temenni etmektir. Mânayı muhâlifinden bakarsak “Ya huu, başkasının ayıbını görme sen, denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.” buyuruyor.


        Bak sana bir de Hâtem-i Esam Hazretleri’nden bahsedelim: Günlerden bir gün, zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın büyük bir heyecanla derdini anlatırken, kendisinden -gayr-i ihtiyârî- çirkin bir ses duyuldu. (Bırt sesi) Kadın, mahcûbiyetten bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış ve fark etmemiş gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına götürerek:


        “–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” dedi. Kusurunun gizli kaldığını zanneden kadıncağız, bir anda hayâta avdet etmiş gibi ferahladı. Hiçbir milletin muâşeret adabınde bir benzeri daha görülmemiş olan bu nezâketi, Hâtem Hazretleri’ne “Esam: Sağır” lâkabını taktırdı. Zira bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, o kadın duyup da mahcup olmasın diye halk arasında kendini sağır olarak gösterdi. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere:

        “–Artık kulaklarım işitiyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

        İşte böyledir Hak Dostlarının halleri…


        Bir kul bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde, Allah da onun ayıbını örter. [Hadis-i Şerif, Müslim, Birr-72]


        - Cenâb-ı Hakk’ın bilhassa rûz-i mahşerde bizim ayıplarımızı örtmesini istiyorsak, biz de bugün O’nun kullarının ayıplarını örtüp onların mahcup ve rencide olmalarını engellemeye çalışmalıyız.


        Ey Hak aşığı, sen de, insanların ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki alemi (gayb alemi) gören gönül gözlerini aç! Gözünü Hakk uğruna harca, herkesi kötü görme, görmediğini de söyleme, söyleme de gözüne bir başka göz, bir başka görüş verilsin. Şu halde madem ki kendinde bir dert, bir pişmanlık görüyorsun; bil ki bu, Hakkın yardımına, sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp görüyorsan o ayıp, sendedir de onda görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü “inanan, inananın aynasıdır.” O ayıbı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindiğin zaman, kendinden inciniyorsun demektir. [Hz. Pir Mevlana]



        - Hem Rabbimiz ism-i Settâr’ı hürmetine, biz kullarının nice günahlarını örtmüş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz yüceliğinden, merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen günahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zâhir olsaydı, muhakkak ki hiç kimsenin bir başkasına bakacak yüzü olmazdı. Allah’ın kullu ve halifesi olan Hz. İnsan’a düşen de O’nun haliyle hallenmektir.


        Büyük bir insan olan şu suret sahnesi alemde gece nasıl bütün renkleri örtüyorsa, küçük bir âlem olan “hazreti insan” için de gereken ayıp ve kusurları örtmede gece gibi olmaktır…

        - Hastanın, misafirin duası makbuldur, hem icabet vaktidir, niyaz buyursanız da cân-ı gönülden amin desek olmaz mı?

        - Sanadır niyazımız; Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh olan El-Kuddûs, Kulları mahcubiyette kalmasınlar diye ayıp ve kusurları örten Es-Settâr:

        Ey affetmeyi çok seven El-Afuvv olan Allah’ım! Bizi affet. Ey eski ve karanlık dertlerimizin tabibi! İsyan derdimize de bir çare sun. Doğu ve batıyı uzak eylediğin gibi bizleri hata ve günahlardan uzak eyle. Ey ayıpları örten Allah’ım! üstümüzdeki bizim günahlarımızı gizleyen perdeyi kaldırma! Kaldıracağın bu perdenin arkasından, bütün çirkinliği ile görünecek iç yüzümüzü görme ve gösterme! Bizi bu hallerimizden kurtar, bize katından bir nûr ver, bu nurunla ruhumuzu senden gayrı olanlardan temizle! İmtihan zamanında bize acıyıp, katından bir destek ikram eyle! Başkalarında ayıp ve kusur gören gözlerimiz kapat. Bizlere Hakkı duyan kulak; hakikati gören göz nasip eyle.

        Allâh’ım yazmak söylemek kolay; hatalarımızın yangınını yürekte hissetmeyi lutfeyle! Gözyaşlarıyla günah yangınlarını söndürüp kalp bahçemizi yeşertmeyi ikram eyle! Günahımız çok nisyânımız haddi aştı… Lâkin ümidimiz rahmetindir! “Ârif olan kusur ve kirlerini kişinin önüne sermez.” diyor bir velî kulun! Yâ Rab âriflerinde tecellin bu ise Zât’ındaki “es-Settar” sıfatının gölgesi altına al bizleri… Hani çocuk hatasını anlar da dudağını büker bakamaz annesinin yüzüne; bizim de yüzümüz yok… Lâkin: “- Ben, kulumun zannı üzereyim!..” buyuran Yâ Rahmân Yâ Settâr! ve Rahîm olan Allâh’ım îmansızlara dahî merhamet edip cömertçe nîmetler lutfeden Allâh’ım!.. Zâtından rahmet ümidi bekleyen şu âciz kullarını mahzûn eyleme, senin ayın olan Receb-i şerif’in bereketiyle bütün günahları affolunmuş olarak, Şaban’a, Ramazan’a ve bir bayram sabahı vuslatıyla Zatı ilahi’ne kavuştur…


        Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
        Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
        mağfiret vesilesi Receb-i şerif, ömür ve şahsiyetlerimiz,
        ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola,
        Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
        Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler

        Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin
        Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da
        huzur bulasınız efendim
        Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
        Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

        Yorum


          #5
          Ynt: güzel alıntılardan...

          Ey yolcu,
          … Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler… [Mâide, 54]

          Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım,
          Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım.

          Ey o akıl almaz, eşsiz varlığı anlamaya çalışan, sezmeye uğraşan! Ey göklere âşık olan kişi!Merdivenden bahsedip duran arifle dost ol, onunla iyi geçin! Herkes evden bahseder durur. Fakat "O evde bulunan güzel nerede? O nasıl bulunabilir?" diyen yok. Bir yaz günü sıcakta bir ağacın gölgesine sığınan herkes gölgeden, gölgeyi düşüren ağaçtan bahseder ama o gölgeyi düşürten güneşten, güneşin nurundan kimse bahsetmez. Bütün bu zorlukları bilmekle beraber, dilin ona dair, onun hakkında söylediği birkaç sözle bütün kulaklar da mest oldu, akıllar da… Zavallı dil bir iki kırıntı buldu da ona daldı. Asıl kaynağı, madeni bıraktı. Hâlbuki aşığın canı o kırıntılardan utandı da, pazarı da bıraktı, dükkânı da bıraktı gitti… [Hz. Pir Mevlana]

          Ey cânıma cânânım, ey derdime dermânım.
          Âlemlere sultanım, Medet Allah'ım medet.
          Bu derdim onmaz gibi, Azrail gülmez gibi.
          Umduğum olmaz gibi, Medet Allah'ım medet.
          Dünyayı bâki sandım, gaflet içinde kaldım.
          Ölüm var imiş bildim, Medet Allah'ım medet.



          Mektubun başından sızan ayet var ya sözün özü, dinin özü dervişliğin özü bu olsa gerektir… Her yol bu hana çıkar, her kapı bu meydana açılır. Bu devlete ulaşabilmek için yola düşmek, yola girmek gerekir. Böylesi bir yolculuğa çıkmadan kurtuluşa ermek de mümkün değildir. Evet, yola girmek ve sabır ve teslimiyetle yolun bütün sıkıntılarına katlanmak gerekir. Yolun adı bellidir. Sırat-ı mustakim: Dosdoğru yol. Çünkü iki nokta arasındaki en kısa yol "dosdoğru" yoldur. Bu yolun bir adı da "tarîk" dir. Bu yol üzerindeki canın adı "sâlik" yolculuğun bir adı ise "seyr u sülûk" dur. Yoldaki cümle işlerimizin makbul olma şartlarından biri de: mazeret, bahane, itiraz çukuruna düşüp kirlenmemiş olmasıdır.

          Yine yola düşmek gerek, hasretin yaman efendim
          Köz oldu sinede yürek, Aah, duman duman efendim...

          Hep ağlamak olmaz ya, sizleri biraz da güldürelim; askerlik günlerimizin iskele-sancak sırasıyla gelen çarşı izinlerine dair bir fıkra kalmış hatırımızda:

          Vâkıa, bizim Temel'in askerlik zamanlarından. Bölükteki 40 erin çarşı izninden tam vaktinde dönmeleri emredilmiş. Geç kalanlara çadır hapsi verilecek diye sıkı sıkıya tembih etmiş komutanları. Ancak iyi bir mazeretleri olursa affedilecekler. Ne var ki 40 kişiden 39 u da geç kalmış, mazeretleri ise hep aynı:
          - Atla istasyona celeydum. Koşmaktan at çatladı, tren kaçtı, geç kaldum.
          Derken sıra bizim Temel'e gelmiş. Komutan,
          - Senin de mi atın çatladı, diye sorunca.
          - Hayır, demiş. Yoldaki 39 at leşini geçemedum.

          İşte böyle efendim, mazeret böylesi bir illet. Dünya ile olan hallerimizde bir işin, herhangi bir geçerli sebep yüzünden yapılamadığı durumlarda mazeret; bilinçli olarak yapılmayıp bu yapılmayışın gizlendiği durumlarda da bahaneye sığınırız… Peki Hak ile olan münasebetimizde mazeretin yer nedir? Ne bizi kulluğumuzda ne mazur gösterebilir? Hangi bahane bizi kurtarabilir?

          Şu dünyada gördüğümüz her şey, hepsi bahanelerdir. Ne varsa aşktan ibarettir. Aşk, Allah evidir. Ey Hakk aşığı, sen de o evde oturmaktasın. [Hz. Pir Mevlana]

          Bu mazeret tarihi insanlık tarihi kadar eskidir erenler… Hak Teala, Hz. Adem'e secde emrinden sonra mazhar-ı kelam olsun diye şeytan'a sual eyler. - Neden secde etmedin? ilk kıyası yapıp (Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm) üstünlük arz ettikten sonra diyor ki: Sen beni nasıl azdırdıysan ben de insanları öyle azdıracağım… [bknz. A'râf, 12-16]

          Şeytan, aklın tesiriyle kendi mazeretini öne sürerek azgınlığını Allah'a nispet ediyor. İşte varlık aleminin ilk bahanesi, mazerete bak... Aşk ehli olan bunu söyleyebilir mi efendim? Ne söyler peki;


          … Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!... [A'râf, 23]

          Onlar, "Ben nefsime, kendime zulm ettim, haksızlık ettim, yazık ettim deyip acziyeti beyan ederler. İşte günahlardaki payını nefsine yükleyip sevdiğine zerre kusur kondurmamayı atamız Hz. Adem'den alırız. Tecelliler ve olaylar karşısında mazeretleri öne sürmeden sahibini hatırlayıp O'na teslim olan insanlar Hz. Adem evladı Hz. İnsan'dır.

          Fakat her yaptığı hadisede, başarılara benlikle sarılıp "ben yaptım" diye sarılanlar, bozuk hadiseleri, başarısızlıkları Allah'a mazeret şeklinde beyan edenler ise tevbeden uzak kaldıkları sürece, henüz Adem(as) evladı olamamış canlardır..

          Mazeret terazisinin tartamayacağı günah yoktur…

          İnsan ile ezelden kavgalı şeytanın önemli hilelerinden biri de, insana hatalarını kabul ettirmemesi, onu hata ve kusurlarına bahane aramaya itmesi ve meseleye bir mazeret bulma yoluna sevk etmesidir yani kendi kusurunu insana satmasıdır. Eğer bir insan, yaptığı hataların kendi hatası olduğunu kabul etmiyor, onlara dışarıdan sebepler arıyor, "şundan dolayı yaptım, bundan dolayı yaptım" diyerek mazeretler arkasına sığınmaya çalışıyorsa, o hiçbir zaman hatalarını telafi edemez. Hatalarını telafi edemediği gibi, günahtan uzaklaşıp "tevbe" ile temizlenemez de…

          Dünyevi sıkıntılar, ekonomik krizler, çoluk çocuk, hastalık, geçim derdi,okul, imtihan, iş-güç… mazaret, bahanelerin ardı arkası da hiç kesilmez; Mazeret, "özür dilerim" ifadesindeki duruluğu kirletendir yahu bu mazareti yapmayıp acziyeti kabul et! Hem Mevlam "sen bana varlığını emanet ettin de bizim elimizden mi çıktı=!" buyurursa ne cevap verirsin. Âgah olalım, sığındığımız her mazeret aleyhimize şahit olacak !


          Hatta, mazeretlerini ortaya koysa da, o gün insan kendi aleyhine şahittir. [Kıyâmet, 14-15]

          Kıyamet günü, artık iş işten geçmiş olacak, ileri sürülecek mazeretler bir fayda sağlamayacağı gibi, yapılanlardan pişmanlık duyma, tevbe etme yoluyla Allah'ı hoşnut etmeye çalışmamız da bizden istenmeyecektir.

          Bir gündür o gün ki kendilerine zulmedenlerin mazeretleri de kabul edilmeyecek o gün, tövbe edip yaptıklarından vazgeçmeleri de istenmeyecek artık. [Rum, 57]

          Say ki, mühlet verilenlerdensin ve bugün geriye kalan ömrünün, sana tanınan ek sürenin ilk günü… Acziyet ve teslimiyet üzere bir anlaşmaya var mısın?

          Ey nefsim! Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince bütün sermâyem gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bugün de bana ömrümü bağışlayarak ikramda bulundu. Eğer benim ölmemi takdîr etmiş olsaydı, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat'iyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen ve geri gelmeyen bir nîmettir.

          Bir görseydin o günaha batmış olanları: Rab'lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken:"Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir kere daha gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!" [Secde, 12]

          Ey nefsim! Seninle huzur-ı ilâhide ahd ü misâk edelim ki; bundan sonra kendimizden ednâ (aşağı mertebede) bir mahlûk görmeyelim. Günahlarımıza gözlerimizi dikelim, aczimizi elimize alalım, aman kapısından aman dileyelim, "rahmet-i ilâhiye"yi bekleyelim, Allah rızâsını elde edelim ve bu ahd ü mîsak üzerine sebat edelim. Ve bir de nefsim! Şayet bizi bir yerde methederlerse sakın bu methi üzerimize almayalım; "Nakış methi, nakkaşa râcidir" diyelim. Zemmederlerse "Elbet bizde bu hal mevcut olmayaydı söylemezlerdi" diyelim; "Allah onlardan razı olsun ki, bizim kulağımıza bunları duyurdular" diyelim.


          Evet azizler, Bu cuma ile Receb-i şerifin gölgesi düştü üzerimize… Ziyadesiyle ihtirama layık dört haram ayın ve mübarek üç ayların kesişiminde müstesna bir yeri olan Receb'ül Ferd, rahmetin sağanak halde yağmasına nisbetle "Receb'ül Esabb" diye de bilinir. Durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!" nidasına kulak verip "yola girmek" için ne eşsiz bir fırsat, ne münasip bir vakit...

          Cenâb-ı Hak lutf u keremiyle cümlemizi son nefesinde yüzünü güldürdüklerinden eylesin. Rabbimiz, bu hikmet ve ibretlerle nefislerimizi muhâsebe edip hâlimize çeki-düzen verebilmemizi, son nefesimizde ebedî vuslatı tadarak kıyâmet gününe bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle, korku ve hüzünden âzâde bir şekilde varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

          Ya Rabbi mazeretim yok, öyle bir günahkârım ki hiç tutar yanım yok, ama sen, sana layık olan halinle muamele eyleyip mahşerde "Bu da benim asi kulumdur" buyurmaz mısın?

          Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,
          Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,
          ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet, zahir ve batınlarımız hayrola, aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah, Muhabbettullah, Marifetullah,
          Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler
          Bu şehr-i Stambul ki bi misl ü bahadır.
          Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır. Nedim.

          Yorum

          YUKARI ÇIK
          Çalışıyor...
          X