Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

İslam ve Komünizm 2

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    İslam ve Komünizm 2

    Bu yazıyı sayın Fahrettin Altan hocamızın incelemesine sunduktan ve değerli görüşlerini ve katkılarını aldıktan sonra sunuyor ayrıca kendisine çok teşekkür ediyorum.


    İSLAM DİNİ AFYON MUDUR, AFYONLAŞTIRILMIŞ MIDIR 2

    Geçen bölümde İslam dininin ekonominin bir ürünü olmadığını açıklamaya çalışmıştık.
    Bu bölümde de “acaba insan tarihin yönünü değiştirme gücüne sahip mi? Tarih ve toplum mu insanın sırtına biner ve insana yön verir yoksa insan mı tarihin sırtına binip tarihe hükmeder” sorularına cevap arayacağız.
    Neden bu sorulara cevap arayacağız? Çünkü bir din ekonomiye, hukuka, siyasete egemen olan, üretim araçlarını elinde bulunduran fakirleri sömürmek için zengin sınıf tarafından üretilmişse biz o dine nasıl inanabiliriz? Veya din tarihin ve toplumun bir ürünü ise, yani nasıl ki benim Türkçe konuşmam benim seçimim değil tarihin bir zorunluluğuysa aynı şekilde İslam dini de tarihin zorunlu bir oluşumu ise o dine neden inanalım? Veya bir dinin kaynağı cehalet veya korku ise neden o dine inanalım?

    Avusturyalı meşhur psikolog Zigmon Frayd korkunun Allah’a ve dine inancın kaynağı olduğunu savunmaktadır. Frayd’a göre “Allah insanların yaratanı değil mahlûkudur. Gerçekte insanların zihinlerinde dini inançların oluşmasının asıl sebebi, bu olayların zararlarından korunma arzusudur. İlk insanlar zararlı olayların karşısında, içerisine düştükleri korku ve ıstıraptan kaçmak için gittikçe kudret sahibi, şuurlu ve tabiata hâkim bir varlığa inanmaya başladılar. Böylece rica, kurban, ibadet, dua ve buna benzer şeyler vasıtasıyla bu varlıkların muhabbet ve sevgisini kazanarak, kendilerini tehlikelerden kurtarmaya çalıştılar. Dolayısıyla inancın esas kaynağı korkudur.

    Will Dourant, Bertrant Russell gibilerine göre ise “İlk insanlarda Allah’a olan inancın sebebi cehalettir. İlk insanlar Güneş, Ay tutulması, yağmur ve rüzgâr gibi olaylarla karşılaşınca bunlar için tabii ve özel bir neden göremedi ve bulamadı. Bu olaylar için, Allah adında bir sebep yaratarak böylece tabii nedenleri görülmeyen şeyleri O’na isnat etmeye başladı. Sonrada O Allah insanlardan rahatsız olup, yer ve gök belalarına müptela etmesin diye, onun karşısında eğilip ona ibadet etmeğe başladılar”
    Yani insanlar sebeplerini bulamadıkları bazı doğa olaylarını Allah’a atfederek, Allah inancına sahip oldular.

    Biz bu varsayımları İslam’a uygun görmüyoruz. Zira insanların bir kısmının korkudan dolayı din ürettiklerini kabul etsek dahi, bu Allah’ın olup, olmadığına delil olamaz. Eğer insanlar yıldırım, deprem gibi tabiat olaylarından korktukları için inanmışlarsa, tabiat olaylarının bir nedensellik ilkesine bağlı olduğunu, kanunlar zincirinin birer halkası olduğu günümüz insanları tarafından bilindiğinden dolayı günümüzde dine ve Allah’a inancın olmaması gerekirdi. Yani insanların korkuları yok oldukça, tabiat olaylarının bir nedensellik ilkesine bağlı olduğu insanlar tarafından anlaşıldıkça korkudan kaynaklanan dininde yok olması gerekirdi.

    Yine ilk insanların cehalet neticesinde Allah inancına sahip olduklarını kabul etsek dahi, bu düşünce Allah’ın olup, olmadığına yine delil olamaz. Şayet önceki insanlar yağmur, kar, yıldırım gibi doğa olaylarının sebebini bilmediğinden dolayı, bu sebepleri Allah’a dayandırıp, Allah inancına sahip olmuşlarsa, bu durumda, yağmurun, yıldırımın, sebebinin günümüz insanları tarafından bilindiği için günümüz insanının Allah’a inanmaması gerekir. Yani cehaletten dolayı insanlar inanmışlarsa cehaletin kalkmasıyla cehaletten kaynaklanan inancın da yok olması gerekirdi.”

    Dr. Hikmet Kıvılcımlı der ki: “Barbarlıktan kalma gelenek-görenekle köylülerimizde- esnaflarımızda yaşayan “Batıl itikatlar” kara kedi önünden geçmemek, tırnak kesmemek, salı sallanır, çamaşır yıkamamak, elleri bağlamamak, ayak-ayak üstüne atıp dinlenmemek, ateşi erkeğin üflememesi gibi inanışları, İslamiyet içine girmiş olsa da, kolayca terkedilmişlerdir. Çünkü modern çağın insan aklını ilerleten bilgileri sentezleri karşısında bu tür barbar-vahşi gelenekleri tutunamazlar. Onların totem ve tabulardan kalma gelenekler olduklarını bilinçlerimize çıkarmasak da modern bilgi ve sentezlerimize açıkça ters geldikleri için o alışkanlıkları terk ederiz, hatta toplum hayatımızdan kovarız. Çok büyük tepkilerle de karşılaşmayız; uzun boylu tartışmalara bile gerek kalmaz. Hele çocuklar yeni kuşaklar bunu kendiliğinden silerler.”

    Dr. Kıvılcımlının da işaret ettiği gibi bilimle ve akılla uzlaşmayan her inanç yok olmaya mahkumdur. Şimdi İslam dininin tarihin ve toplumun bir ürünü olup olmadığına cevap arayalım. Bazı düşünürler toplumun bireyden oluştuğunu, toplumun bir gerçekliğinin olmadığını, toplumun görünüşte var olduğunu, elle tutulanın toplum olmadığını iddia eder ferdiyetçiliği ret ederler. Toplum aynen hidrojen ve oksijen nasıl suyu oluşturup, hidrojen ve oksijen özelliğini kaybediyorsa fert de toplumu oluşturur ve fert artık yok olur. Yani toplum vardır fert yoktur. Fert boş bir kap gibidir toplum onu doldurur.

    Bu ekolün baş temsilcisi Emile Durkheim’dir (Fransız sosyolog). Bu ekole göre toplumsal meseleler toplumun ürünüdür. Bireyin iradesinin ve fikrinin ürünü değildir. Bu üç özelliğe sahiptir:
    1.Dışsaldır
    2.Cebridir (Cebren, zorla yaptırım).
    3.Geneldirler.

    Dışsaldır çünkü bireyin vücudunun dışında yani toplum yoluyla ferde tahmil edilir. Fert vücuda gelmeden önce vardırlar. Nitekim din, ahlak, gelenek v.b. her bireyi tarafından kabul edilir.
    Geneldir çünkü toplum çapındadır.
    Cebridir çünkü kendilerini zorla ferde kabul ettirir. Ferdin vicdan değerlendirmelerini kendine uydurur.
    Kısacası; Durkheim’in felsefesi kişiyi toplumsal kadere teslim eder. O zaman ferde özgürlüğü ve hürriyeti kim kazandıracak?

    Durkheim’in görüşünü Dr. Ali Şeriati ile açıklığa kavuşturalım. Şeriati der ki:
    “Historizm (tarihselcilik) şu anlamdadır: Her birey tarihin gerektirdiği biçimde oluşmuştur. İran –İslam tarihinin sonucunda duracak yerde, Büyük Fransız ihtilali, Rönesans, Ortaçağ veya bugünkü Batı dünyasında yer alsa idim, başka bir dilim, başka düşünce ve duygularım, başka ahlak ve gidişim olacak idi. Şu halde “bu ben” ile “o ben” iki ayrı tarihe sahip oldukları için iki ayrı insan olmuşlardır. Şu halde yine benim özelliklerim, Tarihin temel belirleyici görüşü yolu ile benim elimden çıkmış ve Tarihin iradesine teslim edilmiş oluyor. Şu halde nasıl seçebilirim kendi istediğim gibi mi? Hayır, Tarihin benim için seçtiği gibi. Şimdi ben Farsça konuşuyorum ve siz de Farsçayı bizim konuşma ve anlaşma dilimiz olarak dinliyor ve anlıyorsunuz. Ne siz Farsçayı seçtiniz, ne ben seçtim. Tarihimiz bu dili bize verdi, getirdi, gözümüzü açtığımızda bu dili tarihi bir zorunluluk olarak kabul ettik ve bu dil ile konuşuyoruz, bunu reddedemezdik. İslam’ı benimsedik ise biz seçmedik, Tarih seçti ve bizim bu seçimde katkımız katılmamız yoktu.”

    Şeriati insan benliğini oluşturan ikinci zorlayıcı güç olan toplum hakkında der ki:
    “İkinci bir zorlayıcı güç “sosyolojizm”dir (toplum bilimcilik). Bu görüş de “societ”nin (toplum) veya sosyolojinin (toplum-bilim) temel belirleyici olduğunu kabul eden görüştür. Sosyolojizm doğanın etkisini bir dereceye kadar, tarihin etkisini de bir açıdan kabul eder. Der ki “bütün bu etkenlerin bir ölçüde etkisi olmakla birlikte, gerçekten “ben”i ortaya getiren, benim üzerimde egemen olan toplumsal çevre ve toplumsal düzendir”.

    Ben eğer cömert, ya da çok gayretli ve kahraman isem “feodalite” (derebeylik) düzeni içinde büyüyüp olgunlaştığım içindir. Paragözün biri isem, burjuvazi içinde doğduğum içindir. Ata binip pala sallayan biri isem, aşiret düzen içinde yaşadığım içindir. Toplumsal ilişkiler, üretim ilişkileri, mülkiyet düzeni, üretim ilişkilerin toplumdaki konumu bütünü ile sınıfsal ilişkiler ve topluma egemen olan biçim benim toplumumu oluşturmakta ve bireyin benliğini onun dışında belirleyen etkenler durumunda olarak bu benliği de oluşturmaktadır.

    Demek ki ben kötü olmuş isem, ben de kötülüğü yaratan veya seçen toplumsal çevredir. Sosyolojizm de birey yoktur. İnsan seçebilen bir “ben” olarak var olmaz. Her birey toplumun onu ortaya getirdiği gibidir.
    Toplumsal etkenlerden bazıları seni şunu seçmeye çağırırken, bazı diğer etkenler de başka bir şeyi seçmeye zorlar. Şu anda iki ayrı türde toplumsal etkenin baskısı altında olduğun için duraksama ve kararsızlığa düşersin. Diyelim ki bazı kimseler, dindar veya dinsiz olma konusunda kararsızdırlar, hangisini seçmeleri gerektiğini düşünüyorlar.

    Sosyolojinin görüşünü savunanlar derler ki:
    “Bu kararsızlık insanın dini ve dinsizliği seçme imkânına sahip oluşundan değil şundan ileri gelir: Bazı toplumsal etkenler senin dindar olmanı, Batı’dan gelen toplumsal düzenimize giren ve sende de bulunan bazı etkenler ise senin dinden uzak bulunmanı isterler. Demek oluyor ki sen bu etkenler elinde oyuncaksın, dini seçtiysen dıştan gelen etkenlerin geleneksel etkenlere üstünlük sağladığı anlaşılır. Şu halde sen toplumsal düzenin belirleyici gücü elinde oyuncak gibisin. Sonuç olarak sen ve ben diye bir şey yoktur.”

    Yani insanın “ben”ini, kişiliğini, dini inancını tarih ve toplum oluşturur. İnsanın dinî inancı, kişiliği kendi özgür seçimi değildir. Örneğin Naturalizm (tabiatçılık) insanın kişiliğini oluşturan üçüncü zorlayıcı güç olarak kabul edilir. Eğer sen ırmağın yanında yerleşmişsen balıkçılık, ormandaysan avcılık yapmak zorundasın. Sen kendin mi balıkçı olmayı tercih ettin? Hayır, tabiat sana bu mesleği dayattı.

    Sorunumuz şudur; evet insanın kişiliğinin oluşmasında bu üç zorlayıcı güç vardır buna rağmen insan yaptıkları fiillerinden sorumlu mudur yoksa değil midir? Eğer ekonomiyi elinde bulunduran, tarih ve topluma yön veren elit tabaka, insanı köleleştirmişse, sömürmüşse onu bu hayat biçiminin onun bir kaderi olduğunu dayatmışsa bu köleye hesap sormak, bu hayat biçiminde onu suçlamak doğru mudur?

    İslam dini kişiyi hangi toplumun ve tarihin etkisinde kalırsa kalsın yaptıklarından sorumlu tutar. İslam’a göre insan tarihin ve toplumun kendisine dayattığı karakteri, dini inancı kabul etmek mecburiyetinde değildir. Yani kişi burjuvazi bir toplumda olduğu için paragöz olup halka zulüm etmeye mecbur değildir. Toplumun zorlayıcı baskısına karşı isyan edebilir. İslam’a göre insanın aklı yani düşünüp doğruyu yanlıştan ayırt etme yeteneği ve iradesi yani insanın üzerinde insanı bir işe yapmaya mecbur eden bir gücün olmaması kişiye sorumluluk getirir. Aşağıdaki ayetler insanın hem iyilik hem de kötülük yapmada özgür olduğunu ne Allah’ın ne de başka bir gücün insanın iyilik ve kötülük yapmaya zorlamadığını göstermektedir:

    “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir”.
    “Biz ona yolu gösterdik, (artık o) ya şükredici olur ya da nankör”
    (Ey Muhammed!) Biz Onu (Kur’an’ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.”

    Aşağıdaki ayet hem akıl konusunda hem de irade konusunda iki örneği de içine alan bir ayettir:
    “(Cehenneme girenler)Yine şöyle derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.”

    Eğer insanın aklı varsa ve her şeyi de kendi iradesiyle yapıyorsa, bir toplum içerisinde yaşaması o toplumun yapmış olduğu çirkin işlere ortak olması, o insanı yaptığı çirkin işlerden mesul tutar. Yani “ey insan belki içinde bulunduğun toplum çirkin bir işi gelenekleştirmiş olabilir ama sen akıl sahibisin ve yaptığın bütün işleri de üzerinde bir zorlayıcı güç olmadan tamamen kendi iraden ve arzunla yapıyorsun o halde sorumlusun ve yaptıklarından hesap vermek zorundasın. Kısacası; İslam tarihin zorunlu oluşumu değil bilakis tarihe ve topluma uyan insana hesap soran bir dindir.

    Şehit Mutahhari der ki: “Salih peygamberin devesini yalnız bir insan kesmiş ve Kuran bu suçu “Feaqeruha” kelimesiyle tek bir kişiye isnat etmişti. Fakat bu kişinin suçunun cezasını Semud kavmi çekmişti.
    “ Biz onları ve kavimlerini topyekûn helâk ettik”.
    Çünkü Semud kavmi her ne kadar devenin kesimine iştirak etmedilerse de hepsi bir tek ferdin suçlu davranışından memnun olmuşlardı. İşte bu şekilde yapılan suç bir toplum suçu sayıldı .

    Hz. Ali diyor ki: “Bir toplumun yaptığına razı olan onlardan sayılır. Onlardan sayılan her kişinin de iki suçu vardır. O işi işlemek suçu, o işe razı olmak suçu.”

    Kuran’da birçok ayette peygamberlerin yaşadıkları toplumun dinine, yaşam tarzına uymaktan ziyade bilakis halkı bu yaşam tarzına karşı isyana teşvik ettiklerini yani tarihin ve toplumun oluşturduğu dini, yaşamı, ekonomik ilişkileri yok ettiklerini görüyoruz. Tarihe ve topluma uyan değil, tarihe ve topluma isyan eden peygamberler görüyoruz.

    “Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa-koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. (erkekler birbirleriyle ilişkiye giriyorlardı) Lût, dedi ki: “Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?”

    “Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber gönderdik. O, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
    Hani İbrahim, babasına ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım.”
    Babası, “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, mutlaka seni taşa tutarım. Uzun bir süre benden uzaklaş!” dedi.
    “Sizi ve Allah’tan başka taptıklarınızı terk ediyor ve Rabbime ibadet ediyorum.”

    Şimdi de Hz. Muhammed’in içerisinde bulunduğu toplumu ve peygamberin ne derece bu topluma uyduğunu kısaca da olsa değinelim. Hz. Peygamber’in içerisinde bulunduğu toplum çölde yaşayan, okuma yazma bilmeyen, işiten ve işittiklerini diğer insanlara dil yoluyla anlatan yani yazıyla değil sözle kendilerini ifade eden bir toplumdu. İşiten bir topluma ilk emir geliyor “oku”. Yani topluma uyan değil topluma yön veren bir peygamber görüyoruz. Aynı şekilde Kan davalarını yasaklıyor ve diyor ki; “Cahiliye döneminden kalma kan davaları geçersizdir”. Arapçılık yapanlara sesleniyor “Arap’ın, Arap olmayana karşı kötülüklerden sakınma dışında bir üstünlüğü yoktur” Araplığı üstünlük olarak görenlere “Arap olan değil, kötülüklerden uzak duran insan üstündür” ilkesini yerleştiriyor. Bütün ayrıcalıkları yok ediyor ve diyor ki ”Kâbe’nin bakımı ve hacıların su ihtiyaçlarının giderilmesi dışında kalan cahiliye döneminden kalma bütün ayrıcalıklar geçersizdir”.

    Dr. Hikmet Kıvılcımlı der ki:"İslam daha doğarken, Tarih öncesi Arap toplumunun kan bağlarını temizledi. Hz. Muhammed’in Medine kentine göçmesi bu çığırı açtı. O zamana dek Arabistan’da belki birkaç Yahudi dışında herkes “kan kardeşi” idi.
    ….Bunlar ayrı-ayrı kentlerden, ayrı kabileden, ayrı Kan’dan gelme insanlar oldukları halde, aralarına kimi Habeş, Acem gibi ta uzak ülkelerden gelmiş Yahudi ve Müşrik gibi yabancı inançlardan yeni çıkmış kimseleri de alarak hep birden “Müslüman kardeşliği” kurdular. “innemel müslimune ihve” (Hiç kuşku götürmez ki Müslümanlar kardeştirler) diyorlardı.

    O zaman insanlığı için bu anlayış ve davranış, ihtilallerin en korkuncu ve büyüğü idi. Nitekim artık lafın para etmediğini görüp, kılıçla davranışa giren Müslümanlığın ilk büyüklüğü anlamında kalmış birkaç yüz kişilik Bedr gazvesi (savaşı), Araplar için o zamana dek görülmüş, işitilmiş olmayan bir sahne idi. Babalar, oğullar (karşı karşıya birbirini öldürmek için) kılıç kılıca gelmişlerdi. Genç Müslümanlar yaşlı atalarını dize getirmişlerdi.

    Hz. Ali der ki: "Resulullah yanında yer alarak babalarımızla, oğullarımızla, kardeşlerimizle ve amcalarımızla savaşıyorduk ve bu iman ve (Allah’a) teslimiyetten, direnişle hareketten, dertlerin acısına sabretmekten ve düşmana karşı cihad (savaş) etmede ciddiyetten başka bir şey arttırmadı bizlere.”

    “Ey iman edenler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi, küfrü imana tercih ederlerse kendinize veli (dost ve koruyucu) edinmeyin. İçinizden kim onları veli edinirse, işte onlardır zalimler.
    Deki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, biriktirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasına korktuğunuz ticaret ve beğendiğiniz evler size Allah’tan, peygamberinden, ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emrini (azabını) getirmesini bekleyin. Allah, fasık topluluğu hidayete erdirmez. “

    İslam ikinci olarak insanın tarihin ve toplumun oluşturduğu “ben”i yani kişiliği değil, insanın özünde var olan “ben”i yaşatmasını istiyor.

    Marks diyor ki, insandaki “ben”i tarih oluşturur. Sosyalistler der ki insandaki “ben”i toplum oluşturur. Her ikisi de doğrudur fakat bunun yanında tarihin ve toplumun oluşturduğu “ben”i ayaklar altına alan, tarihin ve toplumun kendi üzerinde oluşturduğu zincirleri kıran bir “ben” daha var. Özgürlük, hürriyet, adalet isteyen bir devrimci var. Kendi toplumuna karşı çıkan, o topluma “hesap sorun, hakkınızı arayın, ey yaşayan ölüler artık uyanın” diyen bir ben var. Peki, o “ben” i kim oluşturdu. Eğer o “ben” toplumun oluşturduğu bir “ben” ise, neden o topluma karşı çıkıyor, neden o toplum gibi sessizliği, itaati, boyun eğmeyi yani o toplum gibi yaşamayı kabul etmiyor? Eğer o devrimci tarihin oluşturduğu bir “ben” ise neden tarihine isyan ediyor, neden tarihin kendi üzerinde oluşturmuş olduğu zillet/onursuzluk elbisesini yırtıyor, neden tarihin oluşturduğu diğer insanlar gibi onursuzca ve şerefsizce yaşamayı kabul etmiyor?

    Burada bir doğa kanunu gerçekleşiyor ezen sınıfın zulmü arttıkça ezilen sınıfın mücadelesi, direnişi, isyanı ve karşı savaşı başlıyor ve sınıflar arası savaş kaçınılmaz oluyor. Aynen Peygamberimizin “hiçbir yönetim zulümle ayakta kalmaz” dediği kanun gibi? Niçin zulme karşı mutlaka mücadele eden, isyan eden insanlar olacak, neden bu bir değişmez insanlık yasasıdır? Neden birileri toplumu sessizliğe, uysallığa, boyun eğmeğe büründürürken, diğer gurup toplumu isyana, başkaldırıya, direnişe, mücadeleye sevk etmektedir? Sessizliğe bürünen insanı toplum ve tarih oluşturmuşsa, peki asi olan bu devrimci kimin eseridir? Neden oluşmuştur? Ve neden her zulmün ve haksızlığın çığırından çıktığı noktada bu devrimcilerin isyanı, savaşı, direnişi, özgürlük ve hürriyet arzusu kaçınılmaz bir zorunluluktur? Neden Vietnam’da, Filistin’de, Afganistan’da, Hindistan’da, Cezayir’de, Lübnan’da Sri Lanka’da ve dünyanın dört bir yanında direniş, mücadele, özgürlük ve hürriyet savaşı? Bu devrimci insan kimin eseridir?

    İnsan devrimci yaratılmıştır. Çünkü insanın fıtratı (tabiatı) bu doğrultudadır. Fıtratı şu şekilde açıklayabiliriz: Fıtrat insanın insanî özellikleridir. Mesela elma tohumunu toprağa gömdüğünüzde, o tohum büyüyünce portakal olmaz, elmaya ait özellikleri taşıdığı için elma olur. Yani o tohumun doğuştan kaynaklanan bir özü, bazı özellikleri vardır. İnsanın da her insanda var olması bir zorunluluk olan insanî özellikleri vardır, insan hangi toplumda hangi sınıfta yetişirse yetişsin, hangi tarihe ait olursa olsun bu özelliklerle doğar. Fıtratın üç tane temel özelliği vardır:
    1.Fıtrî olan şeyler sabittir, değişmez. Örneğin 1000 sene önceki annelerde çocuklarına şefkat hissi beslerler şimdiki insanlar da.
    2.Fıtrî olan şeyler her insanda mevcuttur. Mesela Arabistan’daki, Almanya’daki, Türkiye’deki ister zengin ister fakir olsun her sınıftan olan anne çocuğuna şefkat duyar.
    3.Fıtrî olan şeyler öğrenmekle elde edilmez, doğuştan kaynaklanan bir duygudur. Bir anne çocuğuna şefkat duyması için eğitim almamıştır.

    Dolayısıyla insanda tarihin ve toplumun oluşturmadığı ve insanın hiçbir eğitimle, öğretimle kazanmadığı bir “ben”i vardır. Mesela diyelim ki insanları tarih oluşturdu ama öte yandan henüz tarih yok iken yani ilkel çağda insanlık tarihinin ilk yıllarında bazı insan gurupları var ve bu insanlar komün bir şekilde yiyeceklerini paylaşarak yaşıyorlar. Dolayısıyla tarih yoktu çünkü bu insanlar tarihi başlatanlardır. Peki, paylaşmak için her hangi bir eğitim almayan bu insanlar neden paylaşıyorlar? İlkel insanlarda Engels’in analizine göre aileler çok genişti ve bir kabile başka bir kabileyle evlenebiliyordu. Yiyecek bu geniş aile içerisinde eşit şekilde paylaşılarak yeniliyordu. Bugün iki başlı aileler var ve baba kazandığını bunu ben kazandım diyip çocuklarından, eşinden ayrılıp bir köşede yemek yemiyor. Yine aynı sofrada paylaşılarak yemek yeniliyor. Yani değişen sadece ailenin küçülmesi oldu. Dolayısıyla bu duygu hiç değişmedi.

    Yine insanın fıtratında bir şeyin hakikatini öğrenme arzusu yani merak duygusu vardır. Bu duygu çocukken baba bu ne, anne bu ne soruları ile dışa yansımış ve bu duygu sonunda insanı Ay’a çıkarmış, Mars’a mekik göndertmiştir. Bu duygu Fizik, Kimya, Astroloji, Arkeoloji, Biyoloji v.s. ilim dallarının çıkmasına sebep olmuştur.
    Dr. Kıvılcımlı merak konusunda der ki: “En yüreksizlerimizi bile bazen olmadık meraklar öldürebiliyor; öldürmese süründürebiliyor. İnsan bu meraklarını giderecek; karanlıkları aydınlığa boğmadan rahat edemeyecek”

    Merak duygusu ilkel insanda tekerleği, medeni insanda uzay aracını keşfettirmiştir. İnsanda sanat duygusu vardır. Zengin heykel, fakir kardan adam yapar. Ama her ikisi de bu duyguyla yapar. İlkel insan mağarada resim yapar, medeni insan kâğıt üzerinde. Şekiller değişir ama duygu değişmez. İnsanda kendini koruma dürtüsü vardır. İlkel insanlar bu duyguyla mızrak, günümüzdeki insanlar ise tank yapmışlardır. Dünyanın bütün milletleri adaleti, alçak gönüllüğü, dürüstlüğü, takdir eder. Zulmü, haksızlığı, yalanı, tecavüzü kınar. Bu değerlerin bütün toplumlarda olması bu değerlerin ortak insanî değerler olduğunu göstermektedir. Üretim ilişkileri, yaşam biçimleri ne kadar değişirse değişsin, insandaki sanat, şefkat, adalet isteği, özgürlük arzusu, haksızlığa karşı gelme isteği asla değişmez. Bunu bilen sömürgeciler bir ülkeyi işgal ettiklerinde dünya milletlerinin tepkisinden çekinerek biz o ülkeye özgürlük, demokrasi, insan hakları getireceğiz derler, Kavram ve kelimelerden yararlanarak halkı yanıltırlar. Her türlü cinayeti işlerler, adına insan hakları derler, kapitalist dünyaya “özgür dünya” derler. George Orwell, “Barış savaştır, gerçek yalandır, özgürlükse köleliktir” der.

    İnsanın devrimci olması aynı bilim adamı olması gibi fıtrî duygularından kaynaklanır. İnsan eğer insanî duygularını yitirmemişse siz o insanın gözü önünde haksız yere bir kadına tokat atamazsınız, bir insanı sömürmezsiniz, bir insana ait olan bir hakkı alamazsınız. İşçiyi sömüremez, köylünün toprağını alamazsınız. Örneğin bir annenin çocuğunu elinden almaya kalksanız o kadın annelik duygularıyla yani yaratılıştan kaynaklanan insanî, fıtrî duygularıyla savaşır hatta onun için en değerli olan canını ortaya koyar. Nasıl ki bu fıtrî bir duyguysa aynı şekilde her türlü haksızlığa mücadele etmekte fıtrî bir duygudur. İşte bu asi “ben”i, anarşist “ben”i ne tarih, ne de toplum oluşturmuştur. Bu insanın asıl “ben”idir. Tarih ve toplum bu “ben”in sırtına binip bu “ben”e egemen olamaz.

    Eğer insan pişman oluyorsa demek ki içinde ikinci bir ben vardır. Pişmanlık “keşke bu işi yapmasaydım demektir. Eğer birinci işi yapan insanın “ben”i ise birinci işi yapmasından pişman olan, “keşke bu işi yapmasaydım” diyen ikinci “ben” kim? İnsanın içinde insanın her yaptığı işi onaylamayan ikinci bir “ben” var. Eylem ile fıtrat birbiriyle savaşıyor. Pişmanlık bir tür iç devrimdir. Kendi içinde kendisine karşı ayaklanmadır. Aynen bir ülkede zalim insanlar yönetimde, iyi insanların isyan edip ayaklanarak devrim gerçekleştirmesi gibi. İnsanın içinde minyatür bir mahkeme olan vicdan mahkemesi vardır. O sermayedarların, kralların, diktatörlerin emrinde değildir, o insanlığın emrindedir. Dünya mahkemeleri rüşvet kabul eder ama o asla kabul etmez. Kararı verdimi anında uygular, görünürde zindanları yoktur ama insana öyle bir eziyet ve acı çektirir ki yeryüzündeki en zor zindanlar bile onun kadar insana acı veremez. Dünyayı insana cehenneme çevirir. Nice insanlar vardır ki dünya zindanlarında, hapishanelerde vicdan acısına tahammül edemeyip intihar etmiştir. Dünya zindanına dayanabilmiştir ama vicdanın zindanına dayanamamıştır

    Bazen bir şiir, bir mektup, bir resim, bir makale, bir kitap, bir duvar yazısı, bir marş insanın fıtratını harekete geçiriyor ve insanın içerisinde devrim gerçekleşiyor. İnsanî “ben” , hayvanî “ben” e karşı savaş açıyor. Ama susturuluyorsun. İnsan ile insanın asıl benliği arasına set çekiyorlar. Tarihi ve toplumu istedikleri kültür ve yaşam biçimi ile şekillendiren insanı kendisine köle yapan zengin azınlık insani “ben” in hayvanî “ben”e egemen olmasını istemiyor. Çünkü onların yaratmak istediği insan düşünmeyen, sorgulamayan kendilerine kölelik yapmayı yaşamın bir gereği olarak kabul eden insandır. Bu kültürde Dr. Şeriati’nin dediği gibi genç kızların anneleri boş bir çorak arazi gibi rahat bir hayat tarzına sahip yönelişi yok, sorumluluğu yok, hayat felsefesi ve varlığının anlamı yok. Onun varlığının tek sebebi mutfak ile yatak arasındaki boşluğu doldurmak. Saf insanlar, bilinçsiz insanlar, tahlil edemeyen insanlar yalnızca söylentilere göre hüküm verirler. Tüm inançları düşmanın yaydığı düşüncelerden, söylentilerden oluşan ortamdan alırlar.

    İslam dini ise aklını ve iradesini ekonomik gücü elinde bulunduran alçaklara teslim eden cahil topluluklar istemiyor. Din insanın kendi özüne dönmesini istiyor. Peygamberler mazlumları zalimlere karşı ayaklandırdıkları gibi, insanı kendisine karşı da ayaklandırıyor. Kuran diyor ki:
    “Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. “

    Allah Kuran’da da belirttiği gibi insana insanın fıtratıyla, uyumlu bir din göndermiştir ve insanın o dine yani kendi doğasıyla, tabiatıyla uyumlu, kendinde hiçbir eğitim almadan var olan özüyle örtüşen dine uymasını istiyor. Allah insanda merak, sanat, utanma, merhamet, şefkat, pişmanlık, iyiliğe iyilikle cevap verme, haksızlığa karşı gelme, paylaşma, yardım etme gibi bir takım fıtrî yani insanî duygular yaratmıştır. Eğer insanı yaratan tarafından insana bir din gönderilmişse kesinlikle ve kesinlikle o dinin insanın fıtratına uyması lazım. Aksi takdirde o dinin kesinlikle kabul edilmemesi gerekir. Yani eğer ben fıtratımdan dolayı temizlikten hoşlanıyorsam, bana bir din gelip pis olmayı emredemez. Çünkü o zaman ben derim ki; "eğer Allah benden pis yaşamamı istiyorsa o zaman beni neden temizlikten hoşlanır bir şekilde yaratmıştır? Bu bir çelişki değil midir? Veya bende merak duygusuna yaratan Allah bana sorgulama, araştırma, okuma diyebilir mi? Dolayısıyla din insandan ne istiyorsa mutlaka istediği şey insanın fıtratıyla uyum içinde olması gerekir. Eğer uyum içinde değilse o din kabul edilemez. Çünkü insan “nasıl olur da ben haksızlıklara karşı baş kaldırma duygusuyla yaratılmışken bir din gelir bana zalimlere itaat etmeyi, onlarla uzlaşmayı, emreder?” der.

    Hıristiyanlıkta yer alan “Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını dön” inancı insanın fıtratıyla uyumlu mudur? Eğer uyumlu değilse bu emir nasıl olur da insanın yaratıcısının emri olabilir? (Uydurulmuş) İncil’de düşmanlarımızı sevmemiz bizden istenir. Bir insan düşmanını sevebilir mi? İnsandaki sevgi duygusu fıtrîdir. Sevgi cesaretli, insanlık uğruna kendini feda eden, dürüst, adaletli, yardımsever insanlara duyulur, alçak, korkak, yalancı, menfaatperest, sömüren, ezen insanlara ise insandaki nefret duygusu ön plana çakır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. İmam Hüseyin ve Yezit’e bakarken neden birinci gurubun saygı ikinci guruba nefret gözüyle bakıyoruz. Neden kendimizi birinci gurubun yanında görüyoruz. Çünkü insan adaleti sevdikçe zulümden nefret eder.

    Allah, âdil davrananları sever.
    Allah, zalimleri sevmez.

    Dolayısıyla biz nasıl olurda bizi sömüren, ezen, katleden, kadınlarımıza tecavüz eden, çocuklarımızı öldüren düşmanlarımızı sevebiliriz? Bizim insanlığımız, yaratılışımız, fıtratımız, hiçbir eğitim almayan özümüz, yani tarihin ve toplumun oluşturmadığı “ben”imiz aksine bu insanlardan nefret etmemizi, bunlarla savaşmamızı, mücadele etmemizi istemektedir. Tarih ve toplum fotoğraflarla, heykellerle bu insanları bizlere sevdirmeye çalıştırdı ama ikinci ve asıl olan “ben”imiz asla bu insanları sevmedi.

    Eğer Allah insanı devrimci yaratmışsa, insandan devrimci olmasını ister ve gönderdiği din ise insana devrimci olmasını emreder, bunun mantıken böyle olması gerekir. Siz insanları sanatından tanıyabilirsiniz. Kavun, karpuz resmi yapan bir ressamın bu eserini gören “bu ressam çok savaşçı ruhlu bir insanmış” diyebilir mi? İnsanı bu şekilde yaratanın insandan ne istediği belli değil midir? Allah insanın insanca yaşamasını istiyor. İnsanca yaşaması için de insanın özgür olmasını istiyor.

    Dünya sistemlerinin genelinde insanların özgürlüğü ellerinden alınmıştır. Örneğin bir pilota şu bombayı falanca yere at diye emrettiklerinde o insan sorgulamadan verilen emri uygulamak zorundadır. Emre uyup bombayı atanın içinden bir feryat gelmektedir, ya orada masum insanlar varsa, onları öldürme hakkını nereden alıyorsun? Bu feryat insanın asıl “ben”idir. Ama ne var ki bu insan özgürlüğünü satmıştır. İçinde geldiği gibi özgürce, insanca hareket edememektedir. Dünya sistemlerine baktığımızda genelde şunu görürüz; Ekonomiyi elinde bulunduran bir avuç hâkim sınıf ekonomik güçle siyasete, hukuka, dine, bürokrasiye (asker, polis, savcı, hâkim v.s.) hükmeder. Askerlere siyaset emreder falanca ülkeyi işgal edin. Siyasetçilere de emir onları yöneten ve işgal ile servetlerini çoğaltmayı hedefleyen zengin sınıftan gelmiştir. Asker burada özgürce insaniyetin gerektirdiği gibi karar alamıyor, özgürlüğünü kendilerine hediye ettiği, çıkarı için köleleştiği efendilerinin istediği gibi hareket ediyor. Oysa insanın asıl “ben”i insana özgür ol, özgürce hareket et, sen sana verilen emre göre, birilerinin çıkarı için masum insanları bombalayamazsın diyor. Aynı insanî “ben” hâkime sesleniyor, siz savaş suçlusu olarak halkını koruyan insanları yargılıyorsunuz ama savaşı açan bu halkı katleden sizin efendileriniz değil mi, siz halkı sömürü ve zulümden kurtarmayı hedefleyenleri yargılıyorsunuz, asıl yargılanması gerekilenler halkı sömürerek halk üzerinde egemenlik kuranlar değil mi? İnsanın öz “ben”i, neden özgürce hareket etmiyorsunuz diye feryat ediyor.

    Bugün elliyi aşkın İslam ülkesi var ve büyük çoğunluğu Amerika ve İsrail’in maşası olmuştur. Peki, bu ülkelerde din adamları yok mudur ve din zulme karşı gelmeyi emretmiyor mu? Bu ülkelerdeki din âlimleri devlete değil de Allah’a bağlı olsalardı, başlarındaki yöneticiler ABD uşağı olabilirler miydi? O halde o ülkelerde ki kanunlar hâkim sınıfın kanunları, onların çıkarlarına göre düzenlenmiş ve o ülkelerdeki devlete bağlı din âlimleri de Allah’ın değil hakim sınıfın emrinde. Allah’ın dinini değil onların dinini yaşatıyorlar. Bir maaş karşılığında özgürlüklerini satıp susturuluyorlar. ABD İslam’ın merkezi olan Arabistan’da bile nasıl üst kurabiliyor? Krallar ve onun hukukunu koruyan askerler, hâkimler, polisler, saray mollaları yani çıkarları için özgürlüklerini zalimlere satan zavallı köleler.
    Din burada din adamı, asker, polis, hâkim, rektör, v.s. bütün insanlığa sesleniyor; “Özgür olun ve yalnızca Allah’a kulluk edin”.

    İmam Hüseyin Yezit’in askerlerine diyor ki “eğer dininiz yoksa ahirete de inanmıyorsanız hiç olmazsa özgür olun, insanlık şerefinizi ayaklar altına almayın”.

    Yani “siz Müslüman olsanız da, olmasanız da, bir dine inansanız da, inanmasanız da, ister Hıristiyan, ister Yahudi, ister Ateist olsanız da siz insan olmak zorundasınız, insanlık şerefinizi ayaklar altına alamazsınız.” Her insanın hangi dine, hangi ideolojiye sahip olursa olsun insan olma zorunluluğu vardır. Ve “Özgür olun” diyor. Çünkü “siz paraya kul olduğunuz için, Yezit gibi aşağılık insanlara dalkavukluk yapıp, kendi hür iradenizi onlara teslim ettiğiniz için bütün insanî değerleri, insanlık şerefinizi ayaklar altına alıyorsunuz. Eğer sizler özgür olsaydınız para ve diğer maddi çıkarlarınız için başkalarına bağımlı olmasaydınız siz bu insanlık dışı fiilleri yapmazdınız insanlığınız buna engel olurdu. Ama ne var ki çıkarlarınız sizi özgür bir insan olmaktan çıkarmış insanlara kul yapmıştır, sizi köpekleştirmiştir, sizin onur ve şerefinizi ayaklar altına almıştır. Hiçbir insana kul olmayan, özgür olan insanlar ise işte asıl şerefli olan insanlar onlardır.”

    Corc Sem’an Cerdak der ki: “Ali (İmam Ali) şöyle diyor: “Allah seni özgür yaratmışken sen başkasının kölesi olma”. Ali’nin kendi kendisine güvenmesini istediklerine nasıl yöneldiğini bakınız. Özgürlüğün özünü ve anlamını ortaya koymaktadır. Varlığının temellerinden biri olan, evrenin doğası gereği özgür doğmuşken kendisi bu doğal hak temelinde hareket etmesi gereğine uyarmaktadır. Bununla, özgürlük hakkını elinden alacak veyahut kısacak her şeye karşı devrim tohumunu ekmektedir.

    Özgürlük bu sözüne göre; doğal kaynağından gelmektedir: Kendilerinden bu özgürlüğü almak isteyen ya da vermek isteyenlere hiçbir görüş hakkı tanımadan gerçekten özgür olanların kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip özgür insanlardan gelmektedir.
    Özgürlüğe olan bu yüce bakışın derinliğinden hareketle, Ali bu sözüyle özgürlüğün tamamıyla ana hatları, çizgileri ve anlamları hiç bir zorlama olmadan belirleyen iç yaşama bağlı bir vicdan işi olduğunu belirlemektedir. Çünkü ne kendiliğinden ne de dışarıdan gelmekte, içten gelmektedir.”

    Cerdak’a göre özgür olmak insan fıtratının bir arzusudur. Zalimlerin en büyük düşmanları özgür insanlardır. Şeriat’i zavallı kölelere der ki; “Seni özgürlük yolunda zayıflatan makamın mı, onurun mu, paran mı, evin mi, otomobilin mi? Seni kendine bağlayan, seni firara çağıran ne?”

    Özetleyecek ve sonlandıracak olursak; Tarihi ve toplumun dönüşümlerinde ekonomiyi elinde bulunduran ve halkın ekonomik, siyasi, hukuki dayanaklarına egemen olan ezen sınıfın rolü çok büyüktür. Toplumdaki kültür, din v.s. anlayışın biçimlenmesinde onların rolü çok yüksektir. İslam dinini ise tarihin ve toplumun yani tarih ve toplumu şekillendiren elit tabakanın bir sesi değil aksine tarih ve topluma isyan eden, tarih ve topluma hükmeden bir din olarak görüyoruz. Tarihin ve toplumun yönünde hareket eden değil, tarihe ve topluma yön veren bir İslam Peygamberi görüyoruz.

    İslam’a göre insan akıl ve irade sahibi olduğundan dolayı topluma uymak zorunda değildir. İslam kişiyi tarih ve toplum zindanından kurtarmayı hedefler ve üçüncü olarak da insanı zindanların en büyüğü olan kendi zindanından kurtarmayı hedefleyerek insanı kendi özüne döndürüp özgür bir birey haline getirmek ister. İnsanın emperyalizme, işbirlikçilerine, tağutî devletlere, krallara, padişahlara, çıkarlarına kulluk etmesini istemez, yalnızca Allah’a kulluk etmesini ister.
    İnsanların genellikle “ben” ini tarih ve toplum oluşturmuş, tarih ve toplumu da ekonomi şekillendirmiştir. Ekonomiyi elinde tutan zengin sınıf kendi çıkarlarına hizmet eden dini, kültürü, sanatı, hukuku, siyaseti üretmiştir.

    Dolayısıyla tarihin ve toplumun oluşturduğu bir din ancak tarih ve topluma hükmeden zengin sınıfa hizmet eder. İnsanları kölelikten özgürlüğe, sömürüden kurtuluşa götüren bir dinin kesinlikle tarih ve toplumun egemen olduğu değil, tarih ve topluma yani tarih ve topluma hükmeden zengin sınıfa egemen olması gerekir ki din onların aracılığıyla bir sömürü mekanizmasına dönüşmesin.
    Örneğin bir din “yöneticilerinize itaat edin” derse, bu din insanları yöneten yöneticileri avucunun içine alan elit tabakanın, zengin azınlığın işine yarar. Ama bir din İslam dini gibi derse ki “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır, zulmü yapanla, zulme sessiz kalan zulmü yapanla eş değerdir” veya İmam Hüseyin’in buyurduğu gibi “Kim Allah’ın haramını helal eden, ahdini bozan, Resulullah’ın sünnetine muhalefet eden, Allah kulları arasında günah ve haksızlıkla davranan zalim bir yöneticiyi görürde amel (eylem) ve sözüyle ona karşı çıkmazsa, bu durumda onu, o zalim yöneticiyi atacağı cehenneme atmak Allah üzerinde bir haktır. Haberiniz olsun, böyleleri Şeytan’a itaati gerekli bilmişlerdir” zalim yöneticilere itaati değil de onlara isyanı teşvik ederse o din tarih ve topluma boyun eğen değil, hükmeden bir din olur.

    İslam dini yalnızca tarih ve toplumu şekillendiren sermaye sahiplerine değil aynı zamanda kendi “ben”ini tarih ve topluma teslim eden insana da savaş açıyor ve tarih ve toplumun oluşturduğu “ben”leri yok edip, insanı hapsolduğu bu iki zindandan kurtarıp, insanın özünde var olan insanî benliğini yaşamasını, insanın kendi özüne dönmesini istiyor. İnsanın efendilere, krallara, diktatörlere, devletlere, itaat etmeyi, onlara köle olmayı değil, insana özgür olmasını ve yalnızca Allah’ın emirlerine itaat etmesini istiyor. Allah da insandan her türlü zulme, haksızlığa, sömürüye baş kaldırmasını, adaletsizlikleri ve haksızlıkları ortadan kaldırmasını ve yeryüzüne adaleti getirmesini istiyor.

    Galiba şu iki satırlık yazı bu makalenin özetidir. Şeyh Cafer Şuşteri der ki: “Bütün peygamber ve ulema şöyle demeye geldiler: Ey insanlar paraya, baskıya, kudrete, kendinize, toprağa, şahıs ve puta tapmayınız, Allah’a ibadet ediniz”

    Devam edeceğiz
    Namazı hafife alana biz Ehl-i Beyt'in şefaatı ulaşmayacak. İmam Cafer-i Sadık (a.s.)

    "Şiilerimiz halvetlerde/yalnız kaldıklarında Allah'ı çok zikredenlerdir." İmam Cafer-i Sadık (a.s.)
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X