Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

MEADI GEREKTİREN DELİLLER

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    MEADI GEREKTİREN DELİLLER

    [i][color=blue]1- Allah'ın Adaleti Meadı Gerektirir
    Kitabımızın Adalet bölümünde, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesinin, her akıl ve irade sahibi failin adalet gereğince hareket edip, zulmetmekten sakınmasını iktiza ettiğini belirtmiştik. Çünkü, akıl açısından adalet gereğince hareket etmek hasen (güzel), zulmetmek ise, kabihtir. Akıl, her akıl ve irade sahibinin hasen olanı yapması ve kabihten de çekinmesi gerektiğini emrediyor. Allah Teala da; akıl, hikmet ve irade sahibi bir fail olduğundan, Allah Teala'nın fiilleri de aynı hükme tabidir. Yani, insan aklı, bu ilke gereğince, Allah Teala'nın fiillerinde adil olup, asla zulüm yapmadığına ve yapmayacağına hükmeder.

    "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini kabul etmeyen Eş'arî grubu da Allah'ın, adalet gereğince hareket edip, asla zulmetmediğini ve zulmetmeyeceğini kabul ederler. Ancak onların bu konudaki dayanakları, ilahi vahyin bu doğrultuda olmasıdır. Yani, onlar da Allah'ın adil olduğunu ve asla zulmetmeyeceğini kabul ediyorlar. Fakat, onların buna delilleri, aklın hükmü değil, şeriatın hükmünün, adalete uymanın ve zulümden kaçınmanın gerekliliği doğrultusunda olmasıdır.

    Kısacası, bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık alemi, Allah Teala'nın adil olduğunda ittifak etmişlerdir.

    Öte yandan, adalet sıfatına sahip olan Hak Teala'nın, yaratıklarından akıl ve hür irade sahibi olan biz insanları ve cinleri mükellef kıldığı ve bir takım yükümlülüklerden sorumlu tuttuğunu görmekteyiz.

    Bu arada biz yükümlü yaratıkların içerisinde, Allah Teala'nın mükellef kıldığı vazifelere itaat edenler olduğu gibi, yükümlülüklerini yerine getirmeyip isyan edenlerin de olduğunu görmekteyiz.

    Yine; hür irade sahibi olmanın bize sağladığı imkan sayesinde, bizlerin içerisinde, diğerlerinin hak ve hukukuna riayet edenlerin bulunduğu gibi, başkalarının hak ve hukukuna riayet etmeyerek, onların can, mal ve şahsiyetlerine tecavüz edenler de bulunmaktadır.

    Sonra; yine insan aklı, her itaat edenin itaat edilen üzerinde mükafat ve ücret hakkını kazandığına hükmetmekle birlikte, yaratıkların can, mal ve irade de dahil olmak üzere, her şeylerinin yaratana ait olduğundan dolayı, yaratanın kendisine itaat edenleri mükafatlandırmasının, onun bir ihsan ve tefezzülü olduğuna ve yaratıkların itaatlerinden dolayı yaratana karşı hiçbir hak sahibi olmadıklarına da hükmediyor.

    Çünkü yaratıkların her şeylerinin yaratan tarafından kaynaklandığına göre, yaratıkların itaatleri de, Rablerinin onlara inayet ettiği bir nimet ve ihsanı olur. Hiçbir kimse, efendisinin kendisine verdiği ihsan ve nimetten dolayı ona karşı bir hak sahibi olamaz. Aksine, efendisinin onun üzerinde teşekkür hakkı doğar. Fakat Cenab-ı Hak, itaatkar kullarını mükafatlandıracağını va'detmiştir. Dolayısıyla bu mükafatlandırma, Allah Teala'nın, yaratılış nimet ve ihsanından sonra, kullarına inayet edeceği ikinci bir nimet ve ihsanıdır.

    İsyankar kullara gelince; elbette ki onlar, Rablerinin onlara inayet ettiği nimeti kötüye kullandıklarından dolayı cezalandırılmayı hak ediyorlar. Ancak akıl, onları cezalandırma veya affetme hakkının, Allah Teala'ya ait olduğuna hükmediyor. Gerçi Allah Teala'dan beklenen, isyankar kulları affedip bağışlamaktır. Bu O'nun yüce şanına daha layıktır.

    Bireylerin birbirlerine karşı ihlal ettikleri hak ve hukuklara veya zayi edilen toplumsal hak ve hukuklara gelince; akıl, zayi edilen bu tür hak ve hukukların istifa edilme (alınma) veya affedilme hakkının hak ve hukuk sahibi olan birey ve topluma ait olduğuna hükmediyor.

    Bu durumda, eğer yükümlü yaratıkların tamamı Allah'a karşı aynı düzeyde itaatkar, ya da isyankar olsalardı, akıl; itaatkar kulların itaatleriyle Hak Teala üzerinde bir hak kazanmadıklarından dolayı, onların tamamının mükafatlandırılmamasının adalet ilkesiyle çelişmediğine ve keza isyankarların tamamının affedilmesinin de bir sakıncası olmadığına hükmediyor.

    Ancak ne var ki, yükümlü kulların tamamı, aynı derecede itaatkar olmadığı gibi, tamamı; aynı derecede isyankar da değildir. İçlerinde, çeşitli düzeylerde itaatkarların bulunduğu gibi, çeşitli düzeylerde isyankarlar da vardır.

    Durum böyle olunca; akıl, yaratılış düzeninden mükafatlandırma ve cezalandırma sisteminin tamamıyla kaldırılıp, isyankarlarla itaatkarların aynı kategoride değerlendirmeye tabi tutulmasının, adalet ilkesiyle bağdaşmadığına hükmediyor.

    Çünkü akıl, itaatkarla isyankara ve iyilik yapanla kötülük yapana eşit muamele yapılmasının çirkin bir hareket olduğuna açıkça hükmediyor. Ancak aklın açık hükmü veya bizzat Allah Teala'nın kendi bildirmesi gereğince; Hak Teala, çirkin işler yapmaktan münezzehtir. O halde Allah Teala'nın, itaatkar olup iyilik yapanları mükafatlandırmaması veya isyankar olup kötülük yapanları cezalandırmaması ve her iki grubu da aynı muameleye tabi tutması muhaldir.

    Öte yandan; dünya hayatında itaatkarların tam anlamıyla mükafatlarına ve isyankarların da tam anlamıyla cezalarına ulaşmadıklarını görüyoruz.

    Dünya hayatında öyle zalimler vardır ki, işledikleri cinayetlerin ve isyanların karşısında en küçük bir ceza almadan ve öyle iyilik ve ihsan ehli de vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşısında en küçük bir mükafat almadan göçüp gidiyorlar.

    Bu durumda eğer, her iyilik ehlinin iyiliğinin mükafatına, her kötülük ehlinin de kötülüğünün cezasına ulaşacağı bir hesap günü ve adalet mahkemesi olmazsa, bundan iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit olması lazım gelir. Böyle bir eşitlik de Allah'ın adil olma sıfatıyla çelişmekte olup, bu düzeni Kur'an Hak Teala'nın çirkin iş yapmasını gerektirir. Allah Teala da çirkin işlerden münezzeh olduğuna göre akıl, mutlaka Allah Teala'nın her şahsın kendi hakkına ulaşacağı bir hesap günü yaratıp, adalet mahkemesini kuracağına hükmediyor. İşte adalet mahkemesinin kurulacağı o hesap günü meaddır.

    Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Hak Teala'nın da bu metotla meadın kesin olarak vaki olacağını ispatladığını görmekteyiz.

    Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hiç Müslümanlar'ı suçlu günahkar olanlar gibi kılar mıyız? Ne oluyor size? Nasıl yargılıyorsunuz?" [1]

    Yine şöyle buyuruyor: "Yoksa kötülüklere dalanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Onların hayatları ve ölümleri eşit mi olacak? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı ki, her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara zulmedilmez." [2]

    Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkarcıların haline! Biz hiç, inanıp salih amellerde bulunanlarla, yeryüzünde, bozgunculuk yapanları bir tutar mıyız? Hiç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarla yoldan çıkanları bir tutar mıyız?" [3]

    Görüldüğü üzere; Cenab-ı Hak, bu ayetlerde iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit muamele görmesinin aklen çirkin olduğu ilkesine dayanarak, meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlamış ve insanların kendi akıl ve vicdanlarına müracaat ettikleri taktirde, sağduyu sahibi her insanın aynı sonuca varacağını gözler önüne sermiştir.

    2- Evrendeki Genel Hareket Meadı Zorunlu Kılıyor
    Şüphe yok ki; evren, içinde bulundurduğu bütün varlıklarıyla birlikte, birbiriyle uyum içinde olan, tek bir şahsiyeti oluşturmaktadır.

    Öte yandan; tek bir şahsiyeti oluşturan bu evrenin devamlı olarak hareket halinde olduğunu görmekteyiz. Devamlı olarak hem tek şahsiyet olarak evrenin tamamı, hem de içinde bulundurduğu her bir varlık güç halinden fiiliyat ve kemal haline doğru hareket ediyor.

    Demek ki, hiçbir hareket hedefsiz değildir. Yani, hedefsiz hareketin olması imkansızdır. Çünkü mutlaka her hareket, bir fiiliyata yöneliktir. Bu hüküm, hareket türünün değişmesiyle değişmez. Yani, ister hareket türü, bir elmanın renginin yeşillikten kırmızılaşmaya doğru olan hareketi gibi, nitelikte olan bir hareket olsun, ister yine bir elmanın hacminin küçüklükten büyüklüğe doğru olan hareketi gibi, nicelikte olan bir hareket olsun, ister bir kişinin evinden işine gitmesi gibi veya ağır bir cismin yukarıdan yerin merkezine doğru olan hareketi gibi, intikali bir hareket olsun ve ister maddi bir varlığın mücerret varlık olmaya doğru olan hareketi gibi, tözde olan bir hareket olsun bütün hareketler illa de bir hedefe ve fiiliyata yöneliktir. Hiçbir hareket hedefsiz olamaz.

    Bu durumda eğer, ilk hedefin (fiiliyatın) kendisi, ikinci bir hedefe (fiiliyata) ulaşmak için bir basamak mesabesinde (niteliğinde) olursa, ilk hedefin (fiiliyatın) son maksat olmadığı ve onun sadece bir geçiş menzili olduğu anlaşılır. Zira son maksat, hareketin ona ulaştığında sebata dönüştüğü hedefe denir.

    Bundan, bir bütün olarak hareket halinde olan evrenin tamamının da ulaşmak istediği, hareketinin son bulacağı bir son hedefinin (fiiliyatın) olduğu ortaya çıkıyor.

    Zira; eğer, bir bütün olarak cihanın hareketinin sebata dönüşeceği bir son hedefi (fiiliyatı) olmaz ve her hedefe ulaştığında, onun kendisi, başka bir hedef için menzil niteliğinde olur ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bundan aslında bir bütün olarak cihanın hareketinin, ulaşmak istediği bir hedefi (fiiliyatı) olmadığı ortaya çıkar. Oysa, hiçbir hareketin hedefsiz olamayacağı açıktır.

    Yani nasıl ki, her sebep ve failden önce bir sebep ve failin olması ve bunun bir ilk sebep ve faile varmadan sonsuz olarak devam etmesi, gerçekte fiilin bir fail ve sebebi olmadığını gerektirirse, hedef konusu da aynıdır. Eğer, her hedeften sonra başka bir hedef olur ve hareketin, vardığında sebata dönüşeceği bir son hedefi söz konusu olmaz ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bunun gereği aslında o hareketin hedeften yoksun olmasıdır. Oysa, hedefsiz hareketin olamayacağı ortadadır.

    Zira sebep ve faili olmayan bir fiil ve hareket meydana gelemediği gibi, hedefi olmayan bir fiil ve hareket de meydana gelemez.

    Başlangıç ile sonucun farkı sadece şudur ki, bir sebep ve fail tarafından icat edilen bir hareket ve fiilin herhangi bir engelle karşılaşarak son hedefine ulaşmaması mümkündür. Ama fail ve sebepsiz hiçbir fiil ve hareket meydana gelemez.

    Ancak engelle karşılaşmak ihtimalî sadece evrenin içindeki cüz-i varlıklar için söz konusu olabilir, evrenin bütünü için değil. Zira, evrenin bütünü tek bir şahsiyeti oluşturduğuna göre, onu hedefine varmaktan engelleyecek başka bir şey farz edilemez. O halde, hareket halinde olan evren hiçbir engelle karşılaşmadan kendisine tayin edilen nihai hedefe vararak istikrar bulacaktır.

    İşte evrenin istikrar bulacağı o hedefe, ahiret alemi ve mead denir. İşte bundan dolayıdır ki, Hak Teala'nın ahiret yurdunu istikrar yurdu veya gemilerin demir attığı liman olarak andığını görmekteyiz.

    Allah Teala şöyle buyuruyor: " Şüphesiz bu dünya hayatı geçicidir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur." [4]

    Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sana, şu kıyamet işinin ne zaman limana varacağını soruyorlar, de ki: "Onu, ancak Rabbim bilir, onun vaktini, O'ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve ye­rin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir." Sen sanki öğren­mişsin gibi, onu sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek, ancak Allah'a mahsustur, ama in­sanların çoğu bu gerçeği bilmezler." [5]

    Evet ahiret yurdu, hareket halinde olan bu evrenin hareketinin son bulacağı nihai maksat ve varlık gemisinin uzun bir yolculuktan sonra demir atıp duracağı son limandır. Her hareketin bir nihai hedefi olması zorunluluğu bunu gerektirmektedir. Demek ki, evrenin bir bütün olarak hareket halinde olması, hareketi son bulduracak meadın olmasını zorunlu kılmaktadır.

    3- İlahi Hikmet Meadı Gerektirir
    Kitabımızın Tevhid bölümünde bu cihanın, vacip bizatihi olup, bütün kemal sıfatlarına sahip olan, her şeyden müstağni ve sonsuz hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısının olduğunu ispatlamıştık. O halde bu cihan, vacip bizatihi olup bütün kemallere sahip olan Hak Teala'nın fiilidir.

    Öte yandan akıl, hikmet sahibi olan her failin fiilinin bir hedefi olması gerektiğine ve hikmet sahibi olan varlığın hedefsiz ve boş yere iş yapmasının muhal olduğuna hükmediyor. Yani, hikmet sahibi olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olduğunu söylemek, onun hikmet sıfatıyla çelişmek olur. O halde, hikmet sıfatına sahip olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olması düşünülemez.

    Ancak akıl, mutlak kemal olup hiçbir şeye muhtaç olmayan hikmet sahibi bir failin fiilinin hedefsiz ve boş yere olmasının muhal olduğuna hükmetmekle birlikte, onun herhangi bir hedefe ulaşmak gayesiyle iş yaptığını söylemenin de muhal olduğuna hükmediyor. Bu konuyu biraz açalım.

    Eğer, bir işi yapmak isteyen hikmet sahibi bir failin kendisi mutlak olarak ihtiyaçsız olmaz ve herhangi bir yönden bir ihtiyacı söz konusu olursa, mutlaka o yaptığı işinde ihtiyacını gidermeyi ve arzulanan kemale ulaşmayı gaye edinir.

    Fakat, mutlak olarak müstağni olup, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan hikmet sahibi bir varlık için böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir.

    Zira, mutlak kemal olan böyle bir varlık için herhangi bir ihtiyaç veya eksiklik olduğu düşünülemez ki, yaptığı işte o ihtiyacı gidermeyi veya o kemale ulaşmayı gaye edinmiş olsun. O halde mutlak kemal olan bir varlık, hiçbir zaman bir ihtiyacı gidermek veya bir kemale ulaşmak gayesiyle iş yapmaz.

    Hatta böyle bir failin, başkasına yarar ulaştırma gayesiyle de iş yaptığını söylemek olmaz. Çünkü; bu taktirde, o failin başkasına hayır ulaştırma hususunda, iş yapmak zorunda olduğu ortaya çıkar ki, bu onun mutlak olarak müstağni oluşuyla çelişir. O halde, mutlak olarak müstağni olan bir fail, ister işin yararı kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik olsun bir faydaya ulaşmak gayesiyle iş görmez.

    Ancak buna rağmen, onun fiilinin hedefsiz ve boş yere olduğunu söylemek de olmaz. Çünkü bu, onun hikmet sıfatıyla çelişkiye düşmek olur ve onun hikmet sıfatı böyle bir şeye meydan vermez.

    Demek ki, mutlak olarak müstağni olan bir failin, kendi zatı dışında bir hedefi ve gayesi olduğu söylenemez.

    Fakat, hikmet sahibi olan bir failin fiilinin hedefsiz olması da muhal olduğundan, mutlaka onun fiilinin de bir hedefi olmalıdır. Yani, gerçi mutlak olarak müstağni olan failin, fail olarak kendi zatı dışında bir gayesi olması imkansızdır. Ama mutlaka fiilinin, fiil olma açısından, o fiilin kendisinden üstün bir hedefi olmalıdır. Aksi taktirde, hedefsiz bir fiil olup hikmete aykırı olur. Hikmete aykırı bir fiilin de, hikmet sahibi bir failden meydana gelmesi muhaldir.

    Kısacası, mutlak olarak müstağni olan bir failde, failin hedefi ile fiilin hedefi farklıdır. Mutlak kemal olan failin kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez. Çünkü onun için kendi zatı dışında kalan, kazanılabilecek bir kemalin varlığı söz konusu olamaz ki, doğrudan veya dolaylı olarak o kemali elde etmek, onun hedefi olabilsin. Ama onun fiili hikmet çeşmesinden kaynaklandığından dolayı, mutlaka o fiilin, kendisinden üstün olan bir hedefi olmalıdır.

    Kur'an-ı Kerim de, bir fail olarak mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın hedefi ile fiillerinin hedefinin farklı olduğunu ortaya koymuştur.

    Kur'an-ı Kerim: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım" [6] buyurarak, Allah Teala'nın fiillerinin fiil olma açısından hedefsiz olmadığını belirtmiştir. Çünkü aksi taktirde o fiil, hikmete aykırı bir fiil olur. Allah Teala'nın hikmete aykırı bir fiili yapması ise imkansızdır.

    Buna karşılık, fiilin hedefi olan bu hedefin Allah Teala'nın hedefi olmadığı ve mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın kendi zatı dışında bir hedefi olmadığı hususunu da: "Siz ve yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de müstağni ve bütün övgülere layık olandır" [7] ve: ".... Kim nankörlük ederse, bilsin ki, Allah alemlerden müstağnidir" [8] ayetleriyle açıklamıştır.

    O halde, kulluk etmek yaratanın kendisi için olan hedefi değil, yaratıkların hedefidir. Eğer kulluk edilmezse, yaratık hedefine ulaşmaz, yaratan değil. Çünkü, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan yaratanın kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez ve zatın kendisi, kendi hedefi olunca da, hiçbir zaman bu hedefin aksaması söz konusu olamaz.

    Demek ki, mutlak kemal ve sonsuz hikmet sahibi bir failin fiili olan bu cihanın, fiil olarak kendinden üstün bir hedefi vardır ki, o hedefe ulaşmakla kemaline ermiş olacaktır.

    Ayrıca, cihanın bu hedefe ulaşmaması da söz konusu olamaz. Çünkü, cihanın bu hedefine ulaşmaması için bir engelin olması gerekir. Bir bütün olan bu cihanı hedefine ulaşmaktan engelleyecek içsel bir engelin olması düşünülemez. Cihanın dışında kalan ise, sadece mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Hak Teala olduğundan, dışsal bir engelin olması da söz konusu olamaz.

    Zira, Hak Teala'nın cihanı hedefinden engellemesi, O'nun mutlak kemal oluşu ve sonsuz hikmetiyle bağdaşamaz. O halde cihan, mutlaka kendi için tayin edilen hedefine ulaşacaktır.

    Peki, cihanı kemale ulaştıracak bu hedef nedir? Açıktır ki, bu hedef, cihanın kendisinden üstün olmalıdır. Yani, dünya hayatının hedefi dünya hayatı olamaz. O halde dünya hayatında vaki olan hiçbir şey, dünya hayatının hedefi olamaz.

    Dünya hayatının hedefi dünya hayatından üstün olmalıdır ki, dünya hayatı için kazanılacak bir kemal olabilsin. Bu ise, ahiret hayatından başka bir şey değildir. O halde, ahiret hayatı yani, meadın gerçekleşeceği kesindir. İşte bunun içindir ki, Allah Teala bir çok ayetinde meaddan bahsederken, mead hakkında şüphesiz gerçekleşecek bir gerçek tabirini kullanmıştır. [9]

    Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın aynı metotla meadın zorunlu olarak gerçekleşeceğini ispatladığını görüyoruz. Yani, Allah Tela; bir taraftan, dünya hayatı olarak nitelenen bu cihanın hikmet sahibi bir yaratıcının eseri olarak batıl ve hedefsiz olamayacağını vurgulamış, diğer taraftan da, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan kendisinin kendi zatı dışında bir hedefi olmayacağını belirterek, cihanın hedefinin, cihanın ulaşması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Sonra da bu hedefin daha üstün bir kemal olan mead hayatından başka bir şey olamayacağını ortaya koymuştur.

    Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bunun boşuna olduğu, inkar edenlerin sanısıdır." [10]

    Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak hakikat üzere yarattık, ama insanların çoğu bunu bilmez­ler." [11]

    Yine şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları hakikat üzere yarattık. Kıyamet günü şüphesiz gelecektir. O halde yumuşak ve iyi davran." [12]

    Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve Bize bir daha dönmeyeceğinizi mi sandınız? Her şeyin hak ve mutlak sahibi olan Allah, böyle şeyden çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir." [13]

    Görüldüğü üzere; Allah Teala, ilk olarak bu ayetlerde yaratıkların hedefsiz ve boş yere yaratılmalarının mutlak kemal ve hak olup sonsuz hikmet sahibi olan Allah Teala hakkında düşünülemeyeceğini, sonra da yaratık aleminin hedefinin tekrar Hak Teala'ya dönüşten ibaret olan mead olayından başka bir şey olamayacağını ortaya koymakla birlikte, kendisinin mutlak mülk sahibi olarak yaratık alemi ve hedefinden müstağni olduğuna işaret etmiştir. O halde, Allah Teala'nın hikmeti, yaratık aleminin ulaşacağı bir hedef ve kemal olarak meadı zorunlu kılmaktadır.

    4- Allah Teala'nın Va'di Meadın Olmasını Muhakkak Kılıyor
    Önceki bahislerimizde aklın, kulların itaat etmekle Allah Teala üzerinde mükafat ve ücret talep etme hakkını kazanmadıklarına, isyan ettikleri taktirde ise, kendilerine verilen nimetleri hür iradeleriyle bilinçli olarak kötüye kullandıklarından, cezayı hak ettiklerine ve doğrudan Allah Teala'ya ait konularda cezalandırma veya affetme yetkisinin Allah Teala'ya ait olduğuna hükmettiğini belirtmiştik.

    Ancak, burada aklın başka bir hükmü de söz konusudur. O da şu ki: İtaat etmekle mükafatın hak edilemediği yerlerde, kendisine itaat edilen taraf, eğer önceden itaat eden kimselere, itaat ettikleri taktirde, onları mükafatlandıracağına dair söz vermiş olursa, her ne kadar akıl, bu durumda itaat etmekten dolayı onları mükafatlandırmayı kazanılmış zorunlu bir hak olarak görmüyorsa da, verilen sözün yerine getirilmesini zorunlu görüyor. Çünkü akıl, bunun aksini, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir makama yakışmayan çirkin bir eylem olarak görüyor.

    Yani, eğer; keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir kimse, başka birine mükafat ve bahşişe dair bir şey va'dederse; akıl, o kimsenin kesinlikle sözünde durarak va'dettiği şeyi yerine getirmesi gerektiğine, bunu yapmadığı taktirde de onun kınanmaya layık olduğuna hükmeder. Zira akıl, verilen sözde durulmamasını ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, kerem sahibi kimseye yakışmayan bir sıfat olarak görür.

    Ancak aklın bu hükmü, mükafat ve bahşişe dair verilen sözler konusundadır. Fakat eğer verilen söz, cezalandırmaya dair olur, örneğin; "bana karşı şu suçu işlersen, seni şu şekilde cezalandırırım" derse, akıl; bu sözün yerine getirilmesi gerektiğine hükmetmez.

    Hatta akıl, cezalandırmaya dair olan sözlerde, o sözün yerine getirilmeyip, karşı tarafın affedilmesinin kerem ve şahsiyet sahibi birinin büyüklüğünün nişanesi olarak kabul edip; bunun, onun yüce şahsiyetine daha layık olduğuna hükmeder.

    Bu arada Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde itaatkar kullarını mükafatlandıracağına ve isyankar kullarını ise cezalandıracağına dair söz vermiş olduğunu görmekteyiz.

    Allah Teala'nın: "Cennet muttakiler için uzak olmayacak bir şekilde yakınlaşır. İşte Allah'a yönelen, O'nun emirlerini muhafaza edenler için has olmak üzere size va'dedilen budur" [14] ayetleriyle, "Bırak onları, kendilerine va'dedilen gün ile karşılaşıncaya kadar dalıp oynasınlar" [15], "Kendilerine va'dedilen o günden dolayı, o kafirlere yazıklar olsun!" [16], "Allah şöyle dedi: "Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur; "kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Ve Cehennem onların hepsinin toplanacağı va'dedilen yerdir. O cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin," denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir. Kullarıma Benim bağışlayan, merhamet eden olduğumu, azabımın can yakıcı bir azab olduğunu haber ver" [17] ayetleri Allah Teala'nın bu sözünü içeren ayetlerden bazı örneklerdir.

    Bu durum karşısında, her ne kadar akıl, Allah Teala'nın cezalandırmaya dair olan sözünü yerine getirip isyankar kullarını cezalandırmasının adalete uygun bir davranış olduğuna ve Allah Teala'nın buna hakkı olduğuna hükmediyorsa da, Allah Teala'nın isyankar kullarını affetmesinin, O'nun yüce şanına daha layık olduğuna ve yüce kerem, şefkat ve merhamet sahibi olan Hak Teala'dan beklenilenin isyankar kullarını affetmesi olduğuna da hükmediyor.

    O halde Cenab-ı Hakk'ın kendisine yönelik olan suçlara karşı ceza uygulayacağına dair sözünü yerine getirmeyip, suçluları affetmesi hiçbir mahzur doğurmadığı gibi, akıl açısından beğenilen bir davranış olup, övgüye layık kabul edilmektedir.

    Fakat, Allah Teala'nın itaatkar kullarını mükafatlandıracağına dair sözüne gelince; akıl, Allah Teala'nın bu sözünü yerine getirmesi gerektiğine hükmediyor. Zira bunun aksi, akıl açısından ahde vefasızlık, verilen sözde durmamak ve yalancılık olur. Akıl, böyle bir şeyi; hikmet, kerem ve şahsiyet sahibi birinin uzak durması gereken çirkin bir eylem kabul eder.

    Allah Teala da hikmet ve keramet açısından en yüce makam sahibi olduğundan; akıl, böyle bir vefasızlığın Allah Teala için en çirkin bir eylem olduğuna hükmedip, mutlaka Allah Teala'nın sözünde durarak, itaatkar kullarına va'dettiği mükafatları yerine getireceğini söyler.

    O halde, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına olan va'di, meadın gerçekleşmesini zorunlu kılmaktadır.

    Büyük düşünür Hace Nasiruddin Tusi de, meadın zorunlu olduğuna bir delil olarak, Allah Teala'nın itaatkar kullarına verdiği mükafat sözünün olduğuna işaret ederek, şöyle demiştir: "Va'de vefa etmenin zorunluluğu meadı zorunlu kılmaktadır." [18]

    Evet; va'de vefa etmek aklın zorunlu gördüğü bir husustur. Allah Teala da kıyamet günü gerçekleştireceği bir çok va'dlerde bulunduğuna göre, mutlaka va'dine vefa etmek açısından onu gerçekleştirip va'dlerine vefa edecektir.

    Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın da aynı metotla kıyametin muhakkak gerçekleşeceğine istidlal ettiğini görmekteyiz.

    Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnanıp salih amellerde bulunanları ise, Biz onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu Allah'ın hak olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? [19]

    Görüldüğü üzere; Allah Teala, bu ayetinde mü'minlere va'dettiği va'din kesin olarak gerçekleşeceğine, kendisinin yalan konuşmasının imkansızlığını delil getirmiştir.

    Yine Allah Teala, ilimde kökleşmiş kullarının dilinden şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Doğrusu geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları toplayacak olan Sensin. Çünkü şüphesiz ki, Allah verdiği sözden caymaz." [20]

    Yine Cenab-ı Hak akıl sahibi kullarının: "Ey Rabbimiz! Resullerin vasıtasıyla bize söz verdiklerini ver, kıyamet günü bizi alçaltma! Hiç şüphesiz sen, sözünde duransın"[21] şeklinde dua ettiklerini belirtmiştir.

    Görüldüğü üzere; bu ayetlerde de Allah Teala'nın, akıl sahibi ve ilimde kökleşmiş kimseler olarak nitelediği insanlar, meadın mutlaka gerçekleşeceğine, Allah Teala'nın verdiği sözü bozmasının imkansız olduğunu delil getirmişlerdir.

    Aslında Allah Teala'yı tanıyan bir kimsenin mead hususunda şüpheye düşmesi imkansızdır. Mead konusunda şüpheye düşenler ise, Allah Teala'nın tabiriyle, gerçekte hakkıyla Allah Teala'yı tanımadıklarından böyle bir şüpheye kapılmışlardır. [22] Yoksa, Allah'ı tanıyan birisinin böyle bir şüpheye düşmesi imkansızdır. Zira, meadı zorunlu kılan sadece bu saydığımız hususlar değildir. Allah Teala'nın zat ve sıfatlarının tamamı, meadı zorunlu kılmaktadır. Ancak, bizim maksadımız ihtisar olduğundan, bu konuya burada son verip, daha fazla bilgi edinmek isteyen kardeşlerimize, geniş kitaplara müracaat etmelerini tavsiye ederken, meadla ilgili diğer bahislere geçiyoruz.

    BERZAH ALEMİNE GİRİŞ
    İnsanın öldükten sonra ilk ayak bastığı alem, berzah alemidir. Kıyamet kopuncaya kadar bu alemde kalacaktır.

    Berzah kelimesi, Arapça bir kelime olup sözlükte, iki şeyin arasında vaki olarak, onların birbirlerine kavuşmalarına mani olan perde gibi engele denir.

    İbn-i Manzur berzahı şöyle açıklıyor: "Berzah, iki şeyin arasında olan şeye denir. "Sihah" kitabında berzah iki şeyin arasını ayıran şey olarak açıklanmıştır. Ayrıca berzah, dünya ile ahiret alemi arasında kalan, öldükten mahşer gününe kadar olan duruma denir. O halde kim ölürse, berzah alemine girer."[23]

    Kur'an-ı Kerim, Rahman Sûresi'nde tatlı su ile acı suyun yan yana olup da birbirine karışmamalarını berzah kelimesiyle beyan etmiştir.

    Allah Teala şöyle buyuruyor: "Acı ve tatlı sulu iki denizi, birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir (berzah) engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar." [24]

    Bizim burada bahis konusu yapmak istediğimiz berzahtan maksat, insan ruhunun öldükten sonra kıyamete kadar içinde bulunduğu, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında yer alan bir alemdir. İnsan ruhunun öldükten sonra ilk ayak bastığı menzil, işte bu alemdir. Kıyamete kadar, bu alemde kendisine layık bir hayatla hayatını sürdürüp, büyük kıyamet gününün gelmesini bekleyecektir.

    Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Tekrar diriltilecekleri güne kadar, arkalarında geriye dönmekten onları alı koyan berzah vardır." [25]

    Bütün İslam ümmeti, berzah aleminin varlığı ve insan ruhunun ölümden sonra kıyamete kadar bu alemde kendisine layık bir hayat sürdüreceği hususunda ittifak etmişlerdir.

    Ruhu, maddenin bir çeşit kimyasal özelliği olarak gören materyalist düşünceli pek azınlık bir grup dışında, bütün düşünür ve filozoflar da, insan ruhunun ölmekle yok olup gitmediği ve hayatını sürdürdüğü konusunu akli metotlarla ispatlamışlardır.

    İslam uleması, bu konuyu kabir suali, kabir azabı bölümünde ele almış ve bütün İslam ümmetinin bu konuda ittifak ettiğini belirtmişlerdir.

    Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanbeli mezhebinin kurucusu olan Ahmet bin Hanbel şöyle diyor: "Kabir azabı haktır, kula kabirde dini ve Rabbi sorulacak, cennet ve cehennemdeki yeri gösterilecektir." [26]

    Yine Ehl-i Sünnet'in önde gelen liderlerinden olan, Kadı Abdulcebbar, kabir azabı bölümünde şöyle diyor: "Velhasıl ümmet arasında bu konuda bir ihtilaf yoktur. Sadece Zırar bin Amir'in bu konuda tereddüt ettiği nakledilmektedir. O, ilk önceleri Mutezile mezhebini benimsiyordu. Fakat daha sonra cebir mezhebini benimseyenlere katıldı." [27]

    Ehl-i Beyt mektebine gelince; aşağıda göreceğimiz üzere; Ehl-i Beyt mektebinde bu konu en açık şekilde ortaya konmuştur.

    Ehl-i Beyt ulemasının önde gelenlerinden olan Şeyh Saduk "Akaid" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Kabir suali konusundaki inancımız, onun şüphesiz hak olduğudur. Kim, o suallere doğru cevap verirse, kabrinde neşe ve rahatlığa, ahirette ise cennet nimetine ulaşacaktır. Kim de, doğru cevap veremezse, kabrinde kaynar su ve yakıcı ateş ile karşılaşacak, ahirette ise, cehennem ateşiyle yakılacaktır." [28]

    Yine Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Müfit, Şeyh Saduk'un bu sözünün açıklamasında şunları yazıyor: "Hz. Resulullah (s.a.a)'dan gelen sahih hadislerde mezara defnedilmiş insanlara meleklerin nazil olup dinleri hakkında soru sordukları gelmiştir.

    Bu konuda gelen hadislerin tabirleri birbirine yakındır. Bazı hadislerde, Allah Teala'nın Nekir ve Münkir isminde iki meleği olduğu ve bunların ölen kimseye nazil olarak ona, Rabbi, dini, peygamberi ve imamı hakkında soru sordukları; eğer doğru cevap verirse, onu nimet meleklerine ve eğer dili tutulur ve doğru cevap veremezse; onu azap meleklerine teslim ettikleri yer almıştır.

    Bazı hadislerde de, kafirlere nazil olan iki meleğin isimlerinin Nekir ve Münkir, mü'minlere inen iki meleğin isimlerinin ise, Beşir ve Mübeşşir olduğu geçmektedir." [29]

    Şeyh Müfit daha sonra şöyle devam ediyor: "Açıktır ki, o iki melek ancak, hayatı devam eden kimseye nazil olabilir ve ancak soruyu anlayıp kavrayan kimseye soru yöneltebilir. İşte bu, Allah Teala'nın ölen kulu öldükten sonra dirilttiğine ve hayatını; hak ettiyse, nimetlerden yararlanması veya hak ettiyse, azabını çekmesi için devam ettirdiğine delalet etmektedir." [30]

    Büyük Ehl-i Beyt fakihi Allame Meclisi ise şöyle yazıyor: "Bil ki, berzah azabı ve mükafatı, önceki ve sonraki bütün İslam ümmetinin ittifak ettiği bir konudur. Diğer ilahi dinlerin çoğu da bunu kabul etmektedir. Müslümanlar'dan itina edilmeyen bir azınlık dışında, kimse buna karşı çıkmamış ve hem önceki Müslümanlar, hem de sonraki Müslümanlar onların görüşünün doğru olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

    Ayrıca, berzah alemiyle ilgili, hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kanalından muhteva açısından mütevatir olan hadisler nakledilmiştir." [31]

    Görüldüğü üzere; İslam ümmeti, öldükten sonra kişinin hayatının sürdüğü ve kıyamet gününe kadar durumuna göre, nimet veya azap içerisinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İşte ölümden sonra başlayıp, kıyamet gününe kadar süren bu hayat sürecine berzah hayatı denir.

    Kur'an-ı Kerim'de Berzah
    İslam uleması, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin açıkça veya ima yoluyla berzah hayatına delalet ettiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu ayetlerden bazılarına kısaca bir göz atalım.

    1- Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlardan birine ölüm gelince: "Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu, onun söylediği bir sözdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah (engel) vardır." [32]

    Her ne kadar, İslam müfessirleri içerisinde bu ayette geçen berzah kelimesini, sadece ölen insanın tekrar dünya hayatına dönmesine, ya da mahşer gününden önce kıyamet alemine intikal etmesine mani olan bir engel olarak tefsir edenler olmuşsa da, ancak İslam müfessirlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetin ölümden sonra başlayıp mahşer gününe kadar devam edecek olan berzah hayatına delalet ettiğini savunmuşlardır.

    Birinci grup müfessirlere; Zemahşeri'yi, Fahri Razi'yi ve Ebu-s Suud El- İmadi'yi örnek olarak zikredebiliriz.

    Zemahşeri bu konuda şöyle yazıyor: "Bu ayette geçen berzah kelimesinden maksat, mahşer gününe kadar, insanın dünya hayatına geri dönmesine mani olan engeldir." [33]

    Ebu-s Suud ise şöyle diyor: "Berzah, kıyamet gününe kadar, ölen insanların geri dönmelerine mani olan engeldir. Bu, insanları tekrar dünya hayatına dönmekten büsbütün meyus kılmak demektir. Kıyamet günü ise, dönüş dünya hayatına değil, ahiret hayatına olacaktır." [34]

    İkinci gurup müfessirlere ise, Ehl-i Beyt mektebi müfessirlerinden Allame Seyit Muhammed Hüseyin Tabatabai'yi, (El-Mizan tefsirinde) Tabersi'yi, (Mecme-ül Beyan tefsirinde) Ali bin İbrahim El- Kummi'yi, (Tefsir-ül Kummi'de) El Huveyzi'yi, (Nur-üs Sakaleyn tefsirinde) Ehl-i Sünnet müfessirlerinden ise, İbn-i Kesir'i, (Tefsir-ül Kur'an-ül Azim'de) Şevkani'yi, (Feth-ül Kadir tefsirinde) İbn-ül Kayyim'i, (Er-Ruh adlı kitabında) Ebu Hayyan Endulusi'yi (Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde) vs. örnek olarak zikredebiliriz.

    Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai bu konuda şunları yazıyor: "Berzahtan maksat, kabir alemidir. O, insanın öldükten sonra kıyamet gününe kadar yaşadığı Misal Alemi denilen alemdir. Ayetin söz akışından bu anlaşılır. Şia kanalıyla Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen mütevatir niteliğindeki hadisler ile Ehl-i Sünnet kanalından gelen hadisler de buna delalet ediyor." [35]

    Ebu Hayyan Endulusi ise bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak şunları yazıyor: "İnsanın ölümüyle kıyamet günü tekrar diriltilmesi arasında geçen sürece istiare olarak, berzah ismi verilmiştir." [36]

    İbn-ül Kayyim ise konu hakkında şöyle yazmıştır: "Kabir azabı ve mükafatı berzah azabı ve mükafatının ismidir. Bu ise dünya ile ahiret arasında olacaktır. Allah Teala "Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir (berzah) engel vardır" buyurmaktadır." [37]

    Ancak şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar Allame Tabatabai'nin belirttiği gibi, ayetin söz akışı berzah alemine delalet ettiğini açıkça ortaya koyuyorsa da, hatta biz birinci grup müfessirlerin görüşünü kabul edip ve ayette geçen berzah kelimesinin sadece engel manasını ifade ettiğini benimsesek bile, bu ayetin insan ruhunun ölümden sonra tekrar dünyaya dönmesine mani olan bir engel yüzünden dünyaya dönemediğine delalet etmesinden, insan ruhunun öldükten sonra yok olup gitmediği ve varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Zaten berzah aleminden maksat bundan gayri bir şey değildir. O halde bu ayet, her iki taktirde de berzah aleminin varlığına delalet etmektedir.

    2- Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?" derler." [38]

    İslam uleması, Allah Teala'nın kafirlerin kıyamet gününde söyleyeceklerini buyurduğu bu ayette geçen tabirin berzah hayatına işaret ettiğini belirtmişlerdir.

    Zira bu ayette, iki defa öldürülme ve iki defa diriltilmeden bahsedilmektedir. O halde, birinci öldürülme ile birinci diriltilme dünya hayatındaki öldürülme ile berzah hayatındaki diriltilmeye ve ikinci öldürülme ve diriltilme ise berzah hayatındaki öldürülme ile kıyamet hayatındaki diriltilmeye işaret etmektedir.

    3- Allah Teala Nuh peygamberin kavmi hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte günahlarından dolayı suda boğuldular da, ateşe sokuldular ve Allah'a karşı kendilerine hiçbir yardımcı bulamadılar." [39]

    İslam uleması, bu ayetin berzah azabına delalet ettiğini belirtmişlerdir. Zira bu ayet, Nuh kavminin boğulmalarından hemen sonra ateşe sokulduklarını belirtmektedir. Bunu, ayette geçen boğulmayla ateşe sokulma arasında kullanılan "fe" harfinden ve ateşe sokulmanın muhakkak gerçekleştiğini gösteren geçmiş zaman kipinin kullanılmasından anlıyoruz.

    Zira, boğulduktan hemen sonra ateşe sokulmasaydılar, ilk önce; "fe" harfi yerine sonra gerçekleşeceğini ifade eden "sümme" kelimesi kullanılırdı.

    Saniyen; işin muhakkak olduğunu gösteren geçmiş zaman kipi yerine gelecekte gerçekleşeceğini belirten gelecek zaman kipi seçilirdi. O halde bu ayette geçen ateş kıyamet ateşi değildir. Kıyamet ateşinden önce olan ateş ise, berzah ateşinden başka bir ateş değildir.

    4- Allah Teala Firavun kavmi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet gelip çattığı gün ise, "Firavun'un adam­larını azabın en ağırına sokun"denir." [40]

    Bu ayet, berzah aleminin varlığını gösteren ayetlerden bir diğeridir. Zira Allah Teala bu ayette Firavun kavminin sabah ve akşam ateşle cezalandırdıklarını kıyamet gününde ise, daha ağır bir azaba sokulacaklarını belirtmektedir.

    O halde, onların sabah akşam cezalandırıldıkları ateş, kıyamet ateşinden önce olan bir ateş olup, kıyamet ateşi ve azabına oranla daha hafif olan bir azap ve ateş türüdür.

    Sonra; bu ayette sabah ve akşamdan söz ediliyor. Oysa, kıyamet gününde bunların bir anlamı yoktur. Bu da, bu azabın kıyamet gününden önce olan bir azap olduğunu göstermektedir.

    5- Yine Allah Teala, gönderilen ilahi elçileri yalanlayan kavmine karşı çıkarak: "Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döneceksiniz. O'nu bırakıp da ilahlar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah, bana bir zarar vermek isterse, o ilahların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar. Doğrusu, o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz, ben Rabbinize inandım, beni dinleyin" diyerek, onları ikaz eden Al-i Yasin'in mü'min kişisinin kavmi tarafından şehid edildiğinde; Allah Teala'nın onu, "Cennete gir" diyerek mükafatlandırmasını ve onun ilahi nimetleri görünce: "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" [41] diyerek, öldükten hemen sonra sevincini ortaya koyması, bu mükafatlandırmanın kıyamet mükafatından önce olduğunu ve bu ayette geçen cennetin kıyamet cennetinden önce olan berzah cenneti olduğunu göstermektedir. İşte bu ayet de, berzah hayatını ispatlayan ayetlerden bir diğeridir.

    6- Allah Teala'nın, Allah yolunda cihad ederken şehid düşenler hakkında nazil etmiş olduğu ayetler, açıkça berzah hayatının olduğunu kanıtlamaktadır.

    Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis Rableri katında diridir­ler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızklanırlar, arka­larından kendilerine ulaşamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendi­lerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler." [42]

    Yine Allah Teala şehidler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." [43]

    Bu ayetler, ölümden sonra başlayan berzah hayatını ve o hayatta mükafatların olabileceğini açıkça belgelemektedir. Zira bu ayetlerde, şehidlerin Allah Teala'nın katında ilahi nimetlerden yararlanmakta olduklarını ve henüz dünya hayatında olan mü'min kardeşlerine, kendileri için bir korku ve hüznün söz konusu olmayacağını müjdelediklerini, ancak henüz dünya hayatında olan bizlerin bu hayatı algılamak imkanına sahip olmadığımızı ortaya koymaktadır.

    Berzah hayatını ispatlayan başka ayetler de vardır. Ancak biz bu kadarıyla yetinip, berzah hayatına değinen hadislere de kısaca bir göz atmak istiyoruz.

    Hadisler Işığında Berzah Hayatı
    Berzah hayatıyla ilgili olarak, ister Ehl-i Beyt kanalından, ister Ehl-i Sünnet kanalından bir çok hadis nakledilmiştir. Onların tamamına burada yer vermemiz imkansızdır. Biz konuya ışık tutmak açısından sadece birkaç hadise değineceğiz.

    Hadisler, berzah alemindeki hayatı çeşitli eziyetler, hüzünler, lezzetler ve sevinçlerle karşılaştığımız uyku alemine benzetmişlerdir. İnsan berzahta dünyadaki bedenine benzer bir bedenle hayata devam edecektir. Eğer iyi amel sahibi ise çeşitli lezzetlerle karşılaşacak, aksi halde azap görecektir.

    Bu hususta İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala birinin ruhunu aldığı zaman, onu dünyada bulunduğu bedene benzer bir bedene koyar. Onlar orada yerler, içerler, aralarına yeni biri geldiğinde, onu dünyadaki şeklinden tanırlar." [44]

    Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Mü'minlerin ruhları birbirleriyle görüşüp konuşurlar. Öyle ki insan, o Misali bedeni görürse; "İşte o falan şahıstır" der." [45]

    Yine Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Berzah nedir?" diye sorulduğunda, İmam: "Berzah ölümden kıyamete kadar devam eden bildiğiniz kabir alemidir[46] cevabını vermişlerdir.

    İshak El-Cevzi diyor: "Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Mü'minlerin ruhları nerededir?" diye sordum. İmam (a.s): "Mü'minlerin ruhları cennet evlerindedir. Cennetin yemeklerinden yer, içeceklerinden de içerler. Birbirlerini ziyaret eder ve: "Rabbimiz! Kıyameti getirip de bize va'de ettiğini gerçekleştir" derler buyurdu.

    Ben: "Peki, kafirlerin ruhları nerededir?" dedim. İmam (a.s): "Onların ruhları da cehennem odalarındadır. Onlar da onun yemeklerinden yer ve içeceklerinden içerler, birbirlerini ziyaret edip: "Rabbimiz! Kıyameti getirerek bize va'dettiklerini gerçekleştirme" diye yalvarırlar buyurdu."[47]

    Yine Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) berzah aleminin önemini şöyle beyan etmiştir: "Andolsun Allah'a ki, sizin için korktuğum, sadece berzah aleminde meydana gelen olaylardır. Ama mahşer günü bizim şefaatimiz size ulaşacaktır."[48]

    Hz. İmam Ali (a.s)'dan nakledilen uzunca bir hadiste Hazret, berzah alemi hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsan ömrünün son günü ve ahiret hayatının ilk günü yetiştiğinde, kişi ihtizar halinde iken, o kimsenin malı, evlatları ve ameli tecessüm bularak gözünün önüne gelir. İhtizar halinde olan bu şahıs malına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, seni kazanmak için çok çaba sarf ettim; şimdi söyle senden bana ne hayır vardır" der. Mal cevabında: "Kefenini benden al ve git" der. Sonra evlatlarına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, sizin seveniniz ve koruyanınız idim; şimdi söyleyin bakayım bana ne hayrınız olacak" der. Onlar: "Biz seni mezara kadar uğurlar ve gömeriz" derler. Sonra ameline dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, senden yüz çevirirdim, sen bana çok yorucu ve ağır gelirdin. Şimdi senden bana gelecek hayır nedir?" diye sorar. Amel onun cevabında: "Sen ve ben Rabbine sunuluncaya kadar, kabirde ve kıyamet gününde seninle arkadaş olup yanında bulunacağım" der.

    Eğer dünyadan göçen insan, Allah'ın dostlarından olur ise, ameli onun yanına, en güzel kıyafette olan güzel yüzlü, güzel kokulu bir insan şeklinde gelerek: "Seni bütün üzüntü ve tehlikelerden kurtulmak ve cennet nimetleriyle müjdeliyorum. Hoş sefa geldin" der.

    İhtizar halindeki o kişi ona: "Sen kimsin?" diye sorar. O, cevabında: "Ben senin güzel ve salih amellerinim" der.

    Sonra böylece o insan dünyadan cennete göçer. O, kendine gusül vereni tanır ve acele etmesi için ona yemin verir.

    O cenaze mezara gömüldüğü zaman, onun yanına iki melek gelir. Onlar kabir melekleridir. Tüyleri yerde sürünür ayakları ise yere gömülür, sesleri şimşeğin sesi gibi korkunç, gözleri ise, yıldırımdan çıkan ışık gibidir. Ondan "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" diye sorarlar. O, cevaplarında: "Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed (s.a.a) ve dinim İslam'dır" der.

    Bunun üzerine, o melekler ona dua ederek, Allah'tan onu sevdiği ve istediği şeyler üzere sabit kılmasını isterler. İşte Allah Teala'nın; "Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında, hem de ahirette sapasağlam tutar" ayetinin anlamı budur.

    Sonra, o kimsenin kabrini göz alabildiğine genişletir ve onun için cennetten bir kapı açarlar ve ona: "Rahat bir şekilde, bir gencin bol nimet içerisinde uyuduğu gibi uyu" derler. İşte bu, Allah'ın şu va'didir: "O gün cennettekilerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir." [49]

    Ama eğer ölen kimse, Allah'ın düşmanı olur ise, ameli onun yanına en kötü kokular içerisinde Allah'ın en çirkin bir yaratığı kılığında gelir ve: "Seni cehennem ateşiyle müjdelerim" der.

    O adam da ona gusül verenleri tanır. Ancak onu mezara götürenlere onu geciktirmeleri için yemin vermeye başlar.

    Sonra o adam kabre bırakılınca, kabir melekleri gelerek onun kefenini açarlar ve ona: "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?" sorularını yöneltirler. O, cevaplarında "Bilmiyorum" der. Bunun üzerine melekler ona: "Öğrenmedin ve hidayet olmadın ha!" diye hitap ederler ve demir bir topuzla ona öyle bir şekilde vururlar ki, yeryüzünde cinler ve insanlar dışındaki bütün canlılar bundan korkar.

    Sonra onun yüzüne ateşten bir kapı açarlar ve ona "En kötü bir şekilde uyu" derler. O, öyle bir darlık içine düşer ki, kabrinin onu sıkması sonucu, o bir mızrak ve mızrak ucu gibi erir ve incelir. Bu sıkma sonucu beyni kulak ve tırnak kısmından dışarı fışkırır.

    Sonra Allah yerdeki yılan, akrep ve haşereleri ona musallat eder. Kıyamet kopuncaya kadar bedenini ısırıp kopararak ona azap ederler. Bu dönem o kadar zorlu bir dönem olur ki, kıyametin bir an önce koparak, bu zorluktan kurtulmasını arzu eder." [50]

    İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." [51]

    Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri öldüğünde sabah akşam kalacağı yerden ona sunulur. Eğer cennet ehli ise cennetten, eğer cehennem ehli ise cehennemden ona sunulur ve ona: "Bu Allah seni kıyamette tekrar diriltinceye kadar kalacağın yerdir" denilir." [52]

    Buna göre berzah alemi, insanın ölümden sonra kıyamete kadar dünyadaki bedenine benzer bir bedenle içinde bulduğu ve durumuna göre, zevk-ü safa veya çeşitli eziyetler çektiği bir alemdir.

    Kabir Suali
    Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan rivayetlere göre, insanoğlu kabre konduğu zaman Nekir ve Münkir isminde iki sorgu meleği ona gelip, akide ve inanç esaslarından, Ehl-i Beyt'in velayet ve sevgisinden, hatta bazı rivayetlerde olduğu gibi, ömrünü hangi yolda sona erdirdiğinden, mal varlığını hangi yoldan kazanıp ve nerede harcadığından soracaklardır. Eğer gerçek inananlardan ise, sorulara Allah'ın izniyle doğru cevap verip onun rahmet ve nimetine kavuşacaktır. Aksi takdirde sorulanlara cevap veremeyecek ve azaba duçar olacaktır.

    Kabir sualinin kesin olacağı ile ilgili İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kim üç şeyi inkar ederse bizim şialarımızdan (takipçilerimizden) değildir:

    1- Peygamber efendimizin Miraca gitmesini

    2- Kabir sualini

    3- Biz Ehl-i Beyt'in kıyamet günündeki şefaatini." [53]

    Kabirde (Berzahta) Nelerden Sorulacağız?
    İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) her Cuma günü Medine'de Peygamber'in camiinde, kabirde insanoğlunun nelerden sorgulanacağına değinerek, halka şöyle nasihat ediyordu: "Ey insanlar! Takvayı seçin çünkü dönüşünüz Allah'adır. Burada iyilik etmiş olan herkes orada iyiliği kendi karşısında bulacak, kötü amel işlemiş olan herkes orada kötülüğü kendi karşısında bulacak ve kötü amel işlemiş olan kimse kendisi ile ameli arasında uzun bir mesafenin olmasını dileyecektir.

    Allah sizleri çetin bir azapla uyarıyor. Ey insanoğlu! Ne yazık ki sen gaflettesin, ama senden gafil değiller; ölüm her şeyden daha hızlı varıp seni arayacak ve nihayet seni bulacaktır. Sanki o an gelip çatmış, ölüm meleği senin ruhunu almış, tek başına kabir evine gelmiş ve soru melekleri zor bir sorgulama ve imtihan için yanına varmışlardır.

    Onlar; ilk olarak taptığın Allah, sana gönderilen peygamber, bağlandığın din, okuduğun kitap, velayetini seçip emrine uyduğun imam hakkında, daha sonra da ömrünü hangi yolda harcadığından ve mal varlığını nasıl kazanıp, nerede harcadığından soracaklar.

    O halde sorgulanmadan önce dikkatli ol, cevaplamaya hazırlan. Eğer imanlı ve takva ehli isen, kendi dinini iyi tanımış, gerçek ve hak imamlara uymuş isen, Allah dostlarını sevmiş isen, Allah dilini hakkı söylemeye açacak, seni cennetle ve kendi rızasıyla müjdeleyecek, melekler nimet ve rızk ile seni karşılamaya gelecekler. Aksi halde dilin tutulacak cevap veremeyeceksin ve ateş sözünü sana verecekler, azap melekleri seni konuklamak için ateşle sana doğru gelecekler." [54]

    İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Kabirde beş şeyden soracaklar: "Namaz, zekat, hac, oruç ve biz Ehl-i Beyt'in velayetinden." [55]

    Berzahta Kimler Sorguya Çekilecekler?
    Kabir aleminde sorguya çekilecek olan guruplar şunlardır:

    1- İman ehli olanlar

    2- Kafir olanlar

    Bu iki grubun arasında yer alan mustazafların durumunu belirlemek ise kıyamet gününde Allah Teala'ya aittir.

    Ebu Bekir Hazremi diyor ki; "Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s): "Kabirde sırf iman ve sırf küfr sahipleri sorguya çekilecektir" buyurdu. Ben: "Peki, diğer insanların durumu ne olacaktır?" deyince, İmam (a.s): "Onlardan geçilir" buyurdu."[56]

    Kabirdeki sorgu ve sualden sonra, ehli takva olanlar cennet müjdesi, kafir olanlar ise azapla karşılaşacaklar.

    Nitekim Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Eğer o (ölen kişi), yakın kılınanlardan (mukarrep olan) ise, bu durumda rahatlık, güzel rızk ve nimetlerle donatılmış cennet onundur. Ve eğer ashab-ı yeminden (amel defterleri sağ ellerine verilenlerden) ise, artık ashab-ı yeminden selam sana. Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise, artık onun için de ala bildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da." [57]

    Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, Allah Teala inkarcıları ve hakikati yalanlayanları cehennem ateşine sokacaktır. Önemli bir hakikat olan Ehl-i Beyt İmamlarını inkara kalkışanlar da aynı akıbete duçar olacaklardır.

    Yunus isminde bir ravi şöyle diyor: "İmam Rıza (a.s)'ın huzuruna vardığımda, Hazret bana dönerek: "Ali bin Hamza vefat etti" dedi. Ben: "Ey Peygamber oğlu! Evet öyledir" dedim. İmam: "O cehenneme dahil oldu" buyurunca, ben irkildim ve korktum. İmam nedenini şöyle açıkladı: "Kabir aleminde ona İmam Musa Kazım (a.s)'dan sonra imamından sorduklarında "tanımıyorum" deyip inkara kalkıştı, dolayısıyla kabri ateşle doldu." [58]

    Ali bin Hamza İmam Rıza (a.s)'ın imametini kabul etmeden dünyadan giden bir şahıstır.

    Hz. Resul (s.a.a) şöyle buyurdular: "Allah'ın Nekir ve Münkir isminde iki meleği vardır. Kabirde, ölen şahıstan, Allah'ından, Peygamber ve imamından soracaklar. Hakkıyla cevap verebildiyse cennet meleklerine teslim olunacaktır. Ama eğer o ölen şahıs dili tutulup cevap vermezse azap meleklerine teslim edeceklerdir." [59]

    Kummi tefsirinde Zureysi Kennasi'ye istinaden şöyle yazıyor: "Zureysi şöyle rivayet etti: İmam Muhammed Bakır (a.s)'a: "Canım sana feda olsun, bana, Allah'ı ve Peygamberi'ni tanıyan, ama günahkar olan ve sizin velayet ve imametinizden haberdar olamayanların durumlarını, açıklar mısınız?" dedim. İmam şöyle buyurdular: "Bu durumda olanlar kabirlerinde kalacaklar. İşlerinde salih amel sahibi olup da biz Ehl-i Beyt'e düşmanlık etmeyenler için, cennetin kapılarından bir kapı yüzlerine açılacaktır, oradan Allah'larına kavuşana kadar, bir çeşit rahatlık esintisinden istifade edeceklerdir. Allah onları iyi ve kötü amellerine göre hesaba çekecektir. Ve bunlar hesapları Allah'a ait olan guruplardandır. mustazafların, akılsızların, çocukların, buluğ çağına girmeyen Müslüman çocuklarının durumları da Allah'a aittir." [60]

    İmamın bunların durumları Allah'a aittir buyruğu aşağıda zikredilen ayeti kerimeye işarettir:

    Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Diğer bir kısmın da, durumları Allah'a aittir. Ya, azap eder veya tevbelerini kabul buyurur, Allah alim ve hekimdir." [61]

    Kabir Sıkması
    Berzah aleminde karşılaşacağımız ikinci bir husus da kabir azabı ve sıkmasıdır. Bu konu Ehl-i Beyt İmamları'nca birçok hadislerde beyan olunmuştur.

    Ebu Besir diyor, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'a: "Hiç kabir sıkmasından kurtulan olur mu?" diye sordum. İmam (a.s): "Ondan Allah'a sığınırım, çok az kimse ondan kurtulur" [62] buyurdu.

    Kabir sıkması ve azabı bazıları için yaptıklarının cezası olarak şiddetli olabilir. Ama bazıları için hafif olacaktır. Bu onların günahlarına oranla değişecektir.

    İmam Cafer Sadık (a.s) Allah'ın Resulünden naklen şöyle buyurdular: "Kabir sıkması, imanlı kişiler için, israf ettikleri ilahi nimetlere karşılıktır." [63]

    Kabir Sıkmasının Nedenleri
    Ehl-i Beyt kanalından ulaşan hadislerden anlaşılıyor ki, kabir sıkması en çok şu aşağıda saydığımız amellerden dolayıdır:

    1- Namazı hafife almak

    2- Zor durumda kalan mazlumun (çağırdığı halde) yardımına koşmamak

    3- Gıybet etmek

    4- Söz dolandırmak

    5 Ayak üstü idrar etmek ve idrarın sıçrayan damlalarından kaçınmamak

    6- Kendi helalının (hanımının)doğal isteklerine olumlu cevap vermemek

    7- Aile fertlerine karşı iyi ahlaka sahip olmamak

    8- İlahi nimetleri israf etmek. [64]

    Ders Verici Bir Öykü
    Peygamberi Ekrem (s.a.a)'in büyük ashabından biri olan Sa'd bin Muaz vefat ettiğinde Allah'ın habibi Sa'd'in cenazesi yıkandıktan sonra, bizzat kendi mübarek elleriyle cenazenin bir tarafından tuttular ve gömüleceği yere kadar geldiler. Sa'd'in bedenini kabre koyup, ashabın yardımıyla bizzat kendisi kabrin üzerini örtüp sağlamlaştırdılar ve Resul-i Ekrem (s.a.a) defin esnasında şöyle buyurdular:

    "Biliyorum, Sa'd'in kefeni ve bedeni çürüyecektir. Ama Allah işini iyi ve sağlam yapan kulunu sever, bunun için ben de kabrin üzerini ve içini sağlam yaptım."

    Sa'd'in annesi, Hazret'in oğlunun cenazesine gösterdiği ilgi ve yakınlığı görünce: "Ey oğlum! Cennet sana afiyet olsun" dedi.

    Peygamberi Ekrem (s.a.a) Sa'd'in annesinin böyle güvenli konuşmasını duyunca, şöyle buyurdular: "Ey Sa'd'in annesi! Oğlun hakkında cennet hususunda öyle kesin konuşma! Senin oğlun aile içerisinde haşin bir ahlaka sahip olduğu için bu anda kabir sıkmasına duçar olmuştur." [65]

    Ruhun Bu Dünya İle Olan Bağlantısı
    İslam Peygamberi ve Ehl-i Beyt'inden bize ulaşan rivayetlere göre, ölen kimsenin ruhu, tamamen bu dünyadan alakasını kesmiyor ve bazen yaşadığı eve dönerek aile fertlerini izler.

    İmam Cafer Sadık (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her mü'min ve kafirin ruhu öğle üzeri kendi dünyadaki ailesinin yanına geliverir. Mü'min olan ruh kendi ev halkının iyi amellerle baş başa olduğunu görünce, Allah'a şükreder. Kafir ise kendi ev halkının iyi amele yöneldiklerini gördüğünde, hasret duyar."[66]

    İshak bin Ammar dedi ki; "Hz. İmam Musa Kazım (a.s)'a: "Ölen insan ailesini ziyaret eder mi?" diye sordum. İmam (a.s): "Evet ziyaret eder" buyurdu.

    Ben: "Ne kadar bir sürede ziyaret eder?" dedim.

    İmam (a.s): "Derecelerine göre, cuma günleri, ayda bir veya senede bir ziyaret eden olur. Ölen insan bu ziyaretinde eğer ailesinin hayır amel yaptıklarını ve ferah içinde olduklarını görürse sevinir, ama eğer onları kötü amel üzere bulur veya zorluklar içinde olduklarını görürse üzülür" buyurdu. [67]

    İlim ve tecrübe yoluyla, ruhlarla irtibat sağlayan bilim adamları da ruhların bu dünya ile olan bağlantılarını savunmaktadırlar.

    Ölen İçin Yapılan Hayırlı Amel
    Şüphe yok ki, insan yaptığının karşılığını görecektir. Eğer yaptığı amel hayır olursa, mutlaka onun karşılığı da hayır olacaktır. Hem akıl buna hükmediyor, hem ilahi hükümler. Allah Teala "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey mi olur?" [68] buyururken, aklın bu açık hükmünü bize hatırlatıp teyit etmektedir.

    Ayrıca bu, Allah'ın va'didir. Va'de vefasızlık akıl açısından çirkin olduğundan, elbette ki, bütün çirkinliklerden münezzeh olan Hak Teala'nın va'dine vefasızlık edebileceği düşünülemez. "İnanıp salih amellerde bulunanlar ise, Biz onları içinde temelli ve ebedi kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Bu, Allah'ın hak olan va'didir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" [69]

    Ama eğer insanın ameli şer doğrultusunda olursa, her ne kadar onun doğal karşılığının şer olması gerekirse de, şerre ve isyana yönelik amellerde bağışlanma ve affedilme olanağı söz konusu olduğundan, şer nitelikli amellerin şer olan karşılığının insana ulaşacağı kesin ve mutlak değildir.

    Zira isyan nitelikli amellerin en azından doğrudan Allah Teala'ya ait olan kısmının Allah Teala tarafından affedilmesi muhtemeldir.

    Allah Teala: "Allah kendisine şirk koşmayı bağışlamaz, bundan başkasını diledi­ğine bağışlar." [70] buyuruyor.

    Hz. Resulullah (s.a.a)'dan nakledilen; "Kime Allah yaptığı bir amelden dolayı bir mükafat va'detmişse, mutlaka onu yerine getirecektir. Kime de yaptığı bir amelden dolayı bir ceza tehdidinde bulunmuşsa, ihtiyar o konuda Allah'a aittir" [71] hadis-i şerifi de bunu teyit etmektedir.

    O halde insanın yaptığı şer ve isyan nitelikli amellerinin şer olan karşılığının insana mutlaka ulaşacağı iddia edilmez. Zira onların tamamının veya en azından bazısının affa uğraması muhtemeldir.

    Ancak burada bahis konusu olan konu, birinin, ister hayatta olsun, ister ölmüş olsun başka birinin yaptığı hayır amelden yararlanıp yararlanamayacağı veya yaptığı şer amelden zarar görüp göremeyeceği konusudur.

    Şu kesindir ki insan, doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir dehaleti olmadığı ve kalben de razı olmadığı başka birinin yaptığı şer amelden dolayı, adaletin tahakkuk edeceği gün olan kıyamet günü sorumlu tutulmayacak ve ondan dolayı cezalandırılmayacaktır.

    Nitekim aynı şartlara haiz olan, bir kimsenin yaptığı hayırdan da onun kendi izni olmadan başka birinin yararlandırılması da söz konusu olamaz. Zira bunun aksi zulüm olup, Allah Teala'nın adaletiyle çelişmektedir. Sonsuz rahmet, hikmet ve adalet sahibi olan Hak Teala'nın bir kimseyi başka birinin suçundan sorumlu tutup cezalandırması veya başka birinin yapmış olduğu hayrı onun izni olmadan başka birine vermesi aklın hükmü gereğince imkansız olduğu gibi, bizzat Hak Teala'nın kendisi, Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde böyle bir şey olmayacağını açıkça bildirmiştir. "Kim doğru yolu bulursa, o kendisi için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, o kendi aleyhine sapmıştır. Hiç kimse, kimsenin yükünü (günahını) yüklenmez..." [72]

    Burada kesin olan bir husus da, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olduğu başka birinin yaptığı iyi veya kötü amelde ortaklık payının olduğu konusudur. Bu hususta aklın da hükmü aynı doğrultuda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler de aklın bu hükmünü onaylamışlardır.

    Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir." [73]

    Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını da kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötü­dür!" [74]

    Görüldüğü üzere, bu ayeti kerimelerde insanın kendisinin doğrudan mübaşeret etmediği, ancak dolaylı olarak sebebiyet ve dehaleti olduğu hayır ve şerlerde payı olduğu vurgulanmıştır.

    Hz. Resulullah (s.a.a) da şöyle buyurmuştur: "Kim İslam'da iyi bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin sevabı kadar bir sevap, o geleneğe amel edenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır. Kim de İslam'da kötü bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin günahı kadar bir günah, o geleneğe amel edenlerin günahından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır." [75]

    Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen mü'minin öldükten sonra amel defterinin kapandığı ve sadece kendisinin sebebiyet konumunda olduğu, baki hayır, yararlanılan ilim, ona dua eden hayırlı evlat ve benzeri hayırlar açısından amel defterinin açık olduğunu bildiren hadisler de aynı hükmü teyit etmektedirler.

    İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurdular: "Mü'min kula öldükten sonra sürekli yararı ulaşan altı şey vardır:

    1- Babası için istiğfar eden hayırlı evlat

    2- Halkın arasında koyup gittiği Kur'an

    3- Halk yararına, kazdığı su kuyusu

    4- Diktiği ağaç

    5- Hazırladığı akarsu

    6- Kendisinden sonra bıraktığı amel olunan iyi bir gelenek." [76]

    Ayrı bir hadiste de İmam Cafer Sadık (a.s) Allah'ın Resulü'nden naklen şöyle buyurmuştur: "Bir gün Hz. İsa (a.s) bir kabrin yanından geçiyordu, kabir sahibinin azap içerisinde olduğunu gördü. Dönüşte aynı kabrin yanından geçerken azabın o adamdan kaldırılmış olduğunu müşahede etti ve bunun sırını Cenab-ı Hak'tan niyaz ettiğinde, şu cevap geldi: "Ey Peygamberim! Onun salih ve kabiliyetli oğlu babasının hayrına yol yaptı ve bir yetime kanat gerdi. İşte oğlunun bu amelinin hatırına onu affettim." [77]

    Açıktır ki, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olup sebebiyet konumunda olduğu şerler de yukarıda işaret ettiği
    vela hevla vela kuvvete illa billahul ALİYYUL AZİM
    [center]
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X