DOĞUDAN YÜKSELEN ÇIĞLIK:
SAFEVİ DEVLETİ
“Erdebil’de bazı kabiliyetli müritler iaşe ve infak işleri ile de vazifelendirilmişlerdir. Mesela Şeyh Sâfi zamanında İsfahanlı Cemalettin adında bir seyyid fakirlere yiyecek hazırlamağa memur edilmişti. (...) Safevîler hükümete geçtikten sonra da fakirlere yiyecek verilmesi Erdebil tekkesinin esas vazifesini teşkil etmiştir.
Tarikat mensuplarının sert yaşayışlarının Doğu kaynakları da tasdik etmektedir. Gün alaca karanlıktan ortalık ağarmasına kadar süren bir sukutla başlardı. Ardından bir saat ibadet ve zikir edilirdi; zikir akşamda tekrar okunurdu. İkindi vakti Kur’an okunurdu. Yemek sade, ekseriya bulgur çorbasından ibaretti. Pekçok oruç tutulurdu. Ramazan ayının son on günü ile Zilhiccenin ilk on günü inzivada geçilirdi. (...) Bu inzivada (...) oruç, namaz ve ibadetle vakit geçirilirdi.”[36]
İlk Zamanlar
Safevîler adını ataları Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’den alır. 1252 yılında doğan Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin soyu on iki imamların yedincisi olan İmam Mûsa Kazım (a)’a dayanır.[37] Şeyh Sâfi’nin[38] babası Firuz Şah Sincar’dan Erbil’e göç etmiş ve bundan dolayı, Şeyh Sâfi, Erdebilî sonadını almıştır.[39] Erdebil’de Şeyh Zâhid-i Geylânî’ye intisâb eden Şeyh Sâfi, üstadının kızı ile evlenmiş ve üstadının vefatından sonra da posta oturmuştur.
Birçok araştırmacı Şeyh Sâfi’nin Şafii mezhebinden olduğunu söylese de,[40] Abdulbaki GÖLPINARLI kimi kaynaklara dayanarak yaptığı araştırmalarda Şeyh Sâfi’nin Şiî olma ihtimalini gündeme getirir. Ona göre, Şeyh Sâfi takiyye yaparak Şiî olduğunu saklamış olabilir.[41]
Kendi yaşadığı dönemde namı yayılan Şeyh Sâfi’yi İran’da hüküm süren ve Şiî mezhebine mensup olan Moğol hanı Olcaytu sarayına çağırtmış, fakat Şeyh Sâfi yaşlılığını ileri sürerek özür beyan etmiş ve bu davete icabet etmemiştir.[42]
Şeyh Sâfi vefat edince (1334) yerine oğlu Sadrettin Mûsa posta oturmuş, 1308 yılında hacca giden Sadrettin Mûsa, oradan Medine’ye uğramış ve o zaman seyyidlerin ulusu olan Sihabittin Ahmet bin Hüseyin’e İmam Mûsa Kazım’a (a) ulaşan soy zincirini tasdik ettirmiştir. Sadrettin’in de tıpkı babası gibi namı yayılmıştır. O kadar ki, üç ay içersinde on üç bin müridinin ziyaretine geldiği rivayet edilmiştir.[43] Sadrettin Mûsa zamanından itibaren Osmanlı padişahları her yıl, Erdebil’e çerağ akçesi adı altında kıymetli hediyeler göndermeye başlamışlardı.[44]
Sadrettin vefat ettikten sonra (1392) oğlu Hoca Ali tarikatın başına geçmiş, bu görevi 37 yıl sürdürmüştür. Timur ile görüşen Hoca Ali, Şam’daki Yezidileri kırdırtmış, köyleri ve arazileri vakıf olarak Safevîlere bağışlatmış, Timur’un Anadolu’dan getirttiği 30 bin kadar esiri müritleri arasına katmıştır.[45] Hoca Ali hacdan dönüşte uğradığı Kudüs’te vefat etmiştir.[46]
Babasının Kudüs’te vefat etmesi üzerine Erdebil’e dönen Şeyh İbrahim, tarikatın başına geçmiştir.
Şeyh Cüneyt : Dinmeyen Fırtına
Şeyh İbrahim’in vefatının ardından, Şeyh Cüneyt ile Şeyh Cafer arasında tarikat reisliği konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Şeyh Cüneyt’in siyasi eğilimlerinden haberdar olan ve Onun tarikat reisi olmasını istemeyen Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, Şeyh Cüneyt’e karşı silah kullanmaktan da kaçınıyordu. Cıhan Şah, Şeyh Cafer’e bir mektup yazarak, Şeyh Cüneyt’i memleketten uzaklaştırmasını istedi.[47]
Bu gelişmeyi haber alan Şeyh Cüneyt, yanına en sadık müritlerini alarak Anadolu’ya doğru yola koyuldu. Şeyh Cüneyt, Osmanlı toprağına girer-girmez, Osmanlı Sultanı II. Murad’a bir Kur’an, bir seccade ve bir de tesbih gönderdi; Sultan’dan Kurtbeli’de oturma izni istedi. II. Murad, bunu veziri Halil Paşa’ya danışınca, Halil Paşa, “Bir posta yedi derviş sığar, lakin dünya kıtasına iki hükümdar sığmaz” dedi.[48] II. Murad da vezirinin bu sözüne uyarak Şeyh Cüneyt’e çeşitli hediyeler göndererek bu talebi reddetti.
Osmanlı topraklarında tutunamayan Şeyh Cüneyt, Karaman Beyliğine gitti ve Konya’da bir medresede misafir edildi. Ne var ki, burada da girdiği bir mezhep tartışmasından dolayı fazla tutunamadı. Tartışmanın ertesi sabahı Konya’dan ayrılarak Varsak Türklerinin bulunduğu, Toros Dağlarına doğru yola koyuldu. Ancak Karaman Beyi İbrahim, Varsak aşireti reisine, Şeyh Cüneyt’in yakalanıp hapsedilmesini emredince Şeyh Cüneyt çareyi Memluk Sultanı Çakmak’a sığınmakta buldu. Bu tehlikeyi de atlatan Şeyh Cüneyt, İskenderun Körfezindeki dağlarda Haçlılardan kalma yıkık bir kaleyi oraların hâkimi İbn-i Bilal’den kiralayarak onarımdan geçirdi. Etkili bir propaganda ile Anadolu, Suriye ve Irak’tan birçok Şiîyi kendi etrafında topladı. Bu durumu çekemeyen Halep’teki Mevlevi şeyhi Ahmet Bekri, Şeyh Cüneyt’i Sultan Çakmak’a şikâyet etti. Memluk Sultanı Çakmak, bu şikâyet üzerine Halep Valisini Şeyh Cüneyt’in üzerine gönderdi. Çıkan savaşta Şeyh Cüneyt’in yetmiş adamı şehit düştü, birçokları da dağılmak zorunda kaldı. Nihayet Şeyh Cüneyt, yalnız bir halde, merkezi Samsun olan Canik’e kaçtı. Burada da boş durmayan Şeyh Cüneyt etrafında birçok mürit topladı. Sayıları kısa zamanda birkaç bini bulan bu müritler, silahlanmaya başladı. Şeyh Cüneyt, bu müritlerle Hıristiyan olan Trabzon Rum İmparatorluğuna başarılı saldırlar düzenledi. Şehri kuşattı ve aldı, ama kaleyi alamadığı için geri çekildi. Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in Trabzon’u almak için harekete geçtiğini duyunca, Trabzon’u terk etti ve Amid’e doğru yola koyuldu.[49]
Şeyh Cüneyt, Amid’e geldiğinde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yıldızı yeni parlamaya başlamıştı. Şehrin dışında karşılanan Şeyh Cüneyt, şehre Uzun Hasan’la birlikte girdi. Üç yıl Amid’de misafir olarak kaldıktan sonra, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendi.
1459 yılında Şeyh Cüneyt, hamile olan karısı Hatice Begüm’ü Amid’de bırakarak, kalabalık bir mürit topluluğu ile Erdebil’e doğru yola çıktı. Ancak yine tutunamadı; çünkü amcası ile Cihan Şah, Onu Erdebil’de istemiyorlardı. Şehir dışına çıkarak müritlerinin toplanmasını bekleyen Şeyh Cüneyt, etrafında birkaç bin silahlı müridi ile Çerkezlerle “din uğruna”[50] savaşmak için kuzeye doğru ilerledi. (1459 sonbaharı) Şeyh Cüneyt, Şirvan hâkimi Halil ile yapılan savaşta, bir ok ile şehit edildi ve cesedi, müritleri tarafında yakın bir yere gömüldü.[51]
Şeyh Haydar
Şeyh Cüneyt’in şehit edilmesinden sonra Şeyh’in müritleri bu defa karısı Hatice Begüm’den doğan oğlu Haydar’ın etrafında toplandı. Uzun Hasan’ın yardımları ile Erdebil postuna oturan Şeyh Haydar, Uzun Hasan’ın kızını aldı, Ona damat oldu.
Bir silah ustası olan Şeyh Haydar, bütün müritlerini silahla donattı. Öyle ki, Onun zamanında Erdebil Tekkesi adeta bir silah deposu haline gelmişti.[52] Bu hazırlıklardan sonra Şeyh Haydar, Şirvan şahlarına karşı savaş açtı ve birçok başarı kazandı. Bu arada, Akkoyunlu’nun yeni hükümdarı Yakub Bey, Şeyh Haydar’ı Tebriz’e çağırttı ve kendine bağlı kalacağına dair Kur’an üzerine yemin ettirdi. Bu olaydan sonra, Erdebil’e dönerek sefer hazırlıklarına başlayan Şeyh Haydar, yeni başarılar elde etti. Bu sırada Şirvan şahı kayınbiraderi olan Akkoyunlu sultanı Yakub Bey’den yardım istedi ve Yakub Bey, bir ordu hazırlayarak, Şeyh Haydar’ın üzerine yürüdü. Çıkan savaşta şehit olan Şeyh Haydar’ın müritleri dağılmadı; “kumandanların ölümünden sonra hiçbir kıtanın dövüşmediği bir şekilde”[53] muharebeye devam ettiler.
Kızılbaş Kavramı’nın Ortaya Çıkışı
Şeyh Haydar’ın müritleri sırtlarına derviş entarisi giyer, başlarına taç denilen Haydari sarık sararlardı. Türkmen sarığının kabarık olmasına karşılık, taç beyaz bir tülbent üzerine sarılan sürahi biçiminde gittikçe sivrilen on iki dilimli ve kırmızı renkli bir sarıktı. On iki dilim, on iki imamları temsil etmekte idi ve her dilimde on iki imamlardan birinin adı yazılmıştı. Sarık kırmızı olduğu için bu müritlere “Kızılbaş” lakabı adı verildi.[54] Ancak daha sonra bu lakap, daha geniş kitleler için kullanılır oldu.
Şah İsmail ve Devletleşme
Yakub Bey, Şeyh Haydar’ın şehit edilmesinin ardından Şeyh’in üç oğlunu (Ali, İsmail ve İbrahim) anneleri ile birlikte İran’daki İstahr Kalesine hapsetti. Ancak Yakub Bey’in ölümünden (1490) sonra, Akkoyunlu ailesinde çıkan iktidar kavgası neticesinde Şeyh Haydar’ın ailesi serbest kaldı. Şeyhlerin nüfuzundan yararlanmak isteyen Rüstem Bey, aileyi serbest bırakmıştı. Arzusuna ulaşıp, tahta çıkan Rüstem Bey, bir süre sonra Şeyh Ali’yi öldürmek için girişimde bulundu. Çıkan savaşta attan düşen Şeyh Ali’nin boynu kırıldı ve şehit oldu.
Bu hadiseden sonra İsmail ve İbrahim, müritleri tarafından kaçırıldı ve Dulkadiroğullarından bir kadının evinde saklandı. Rüstem Bey, Erdebil’de bu iki çocuğu aramak amacıyla bazı girişimlerde bulunsa da, bu çabasında başarılı olmadı. Müritler, İsmail’i alarak Hz. Ali (a)’nın soyundan gelen Geylan hükümdarı Karkeya Mirza Ali’nin yanına kaçırdılar ve Mirza Ali İsmail’i Geylan’da büyüttü. [55] Rüstem Bey, birkaç kez İsmail’i Mirza Ali’den istese de bu teşebbüsleri sonuçsuz kaldı.
Şah İsmail, 1500 yılında Kağızman ve Erzurum üzerinden Tercan’a, Tercan’dan da Erzincan’ın Sarıkaya yaylasına ulaştı. Burada kalabalık bir Şiî-Kızılbaş topluluğu tarafından karşılandı. Halkı rahatsız eden bir ayıyı öldürünce halkın nezdindeki etkisi arttı. Anadolu’nun her köşesinden akın-akın gelen insanlar Şah’a bağlandı.
Emrinde yedi bin kişilik bir kuvvet toplayan Şah İsmail, Erzincan’dan ayrılarak Şirvan ülkesine doğru harekete geçti. (1501) Yirmi bini atlı ve altı bini yaya olan yirmi altı bin kişilik bir ordu hazırlatan Şirvan Şahı Ferruh Yesar, bu orduyu, eksiksiz şekilde silahla donattı. Yapılan savaşı büyük bir azimle çarpışan Kızılbaş/Şiî müritler kazandı ve Ferruh Yesar öldürüldü. “Savaştan sonra Kızılbaş askeri bir ağacın altına toplu halde bırakmış oldukları çıkın ve heybelerini hiçbiri kaybolmaksızın bulabildiler.”[56]
Şirvan ülkesinin fethedildiği bu savaşla hem ataların öcü alınmış ve hem de yeni kaynaklar elde edilmiş oldu. Şah İsmail, Kür nehrinin ağzında yer alan Mahmut Abad’da kışlarken, Ustacalı Muhammet Bey ve Hınıslı İlyas Bey’i Bakü’nün fethi ile görevlendirdi. Bu iki Kızılbaş/Şiî beyi de verilen bu görevi büyük bir başarı ile yerine getirdiler.
Bahar olunca Akkoyunlu Elvend, Şah İsmail’in üzerine yürüdü. Akkoyunlu ordusunu sayı ve silah bakımından üstün olmasına karşın Kızılbaş ordusu, Akkoyunlu ordusunu darmadağın etti. Tarihe “Şurur Zaferi” olarak geçen bu savaştan sonra, Azerbaycan olarak adlandırılan bölge, kısa sürede Şah İsmail’in emri altına girdi. Tebriz’i ele geçiren Şah İsmail, on iki imamlar adına hutbe okutup, para bastırarak Safevî Devleti’ni resmen ilan etti ve gerekli tayinleri yaptı. (1502)
Şah İsmail’e yenilen Akkoyunlu Elvend bu sırada Amid (Diyarbakır) taraflarına kaçtı ve oradan da Erzincan’a geçerek asker toplamaya başladı. Bunu haber alan on beş yaşındaki Şah İsmail, Erzincan üzerine yürüdü. Elvend ise her şeyi yüzüstü bırakarak oradan da kaçtı.
Bu olaydan bir yıl sonra Akkoyunlu Sultanı Murad ile Hamedan yakınlarında “Alma Kulağı” denilen yerde karşı karşıya gelen Şah, parlak bir zaferin ardından Irak’ı, Fars’ı ve Kirman’ı fethetti. (1503)
Dört yıl sonra Şah İsmail, Dulkadir Beyliği üzerine yürüdü. Erzurum, Erzincan ve Amasya Kızılbaşları kendi yanına çeken Şah, Osmanlı topraklarına hiçbir zarar vermeden Elbistan’a geçti. Çıkardığı bir fermanla “Osmanlı topraklarında ağaçtan bir yaprak bile koparanı cezasız bırakmayacağını” ilan etti.[57] Dulkadir ülkesine giderek Memlukların ve Osmanlıların nabzını yoklayan Şah İsmail, dönüşte Harput’u ve Amid’i ülkesine kazandırdı. (1507) Bu olaydan bir yıl sonra da Bağdat, Büveyhiler’den sonra ikinci kez Şiî denetime girdi. (1508)
Horasan ve Türkistan’da hüküm süren Özbek Şeybek Han ile girişilen savaşta Kızılbaş orduları galip çıktı ve bütün Horasan, Savefîlerin eline geçti. (1511) Artık Safevî ülkesi, Fırat ile Ceyhun arasında uzanan geniş coğrafyanın adı idi.
Yine bu yıl içerisinde Şahkulu Sultan, Osmanlı’ya karşı ayaklandı.
Osmanlı sultanı II. Beyazıt tahttan indirilerek yerine oğlu Selim geçti. Bu olaydan sonra Nur Ali Halife, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum civarlarında yaşayan Kızılbaşları ayaklandırdı.[58]
Selim’in tahta geçmesi ile Osmanlı’da taht kavgaları başladı. Duruma kısa sürede hâkim olmayı başaran Selim, Safevî üzerine yapacağı seferin hazırlıklarını yapmaya koyuldu. Bu süreçte Şah İsmail ile Sultan Selim arasında mektuplaşmalar oldu ve Şah İsmail savaşmak istemediğini bildirdi. Uzun yıllardır Safevîleri bir tehdit olarak gören Selim, buna kulak asmadı ve iki ordu 1514 yılında Çaldıranda karşı karşıya geldi.
Osmanlı müverrihlerine göre Selim, bu sefere çıkmadan önce tehlikeli bulduğu kırk bin kadar Kızılbaş’ın listesini çıkardı ve bunların büyük kısmını öldürttü; bir kısmını ise hapse attırdı. Şah İsmail’e hakaret dolu ve diplomatik sayılmayacak birçok mektup gönderdi ve Onu taciz etti. Ne var ki Şah İsmail, bunlara nezaket ile karşılık verdi. Hatta bir mektubunda “Babanızla baba-oğul gibi idik; neden gerekti de üzerime saldırıyorsunuz?” diye yazmış ve onu barışa davet etmişti.
Ne var ki Selim, hiçbir şeyi dinlemiyordu. Nihayet savaşa girdi ve Şah’ı yendi. On binlerce Kızılbaş’ı –hatta esirleri bile- kılıçtan geçirdi. Şah İsmail’in esir düşen eşi Taclı Hatun’u, Kazasker Cafer Çelebi ile nikâhladı. Karısını geri isteyen Şah’ın elçilerini hapse attırdı. Kızılbaş-Şiîlerin hacca gitmesi için birçok engel çıkardı. Safevîlerin birçok haklı isteğini geri çevirdi. Hem de “şeriata aykırı” gerekçesi ile…
Şah Tahmasb: Dindar Ve Adil
Selim’in nihai hedefi Safevîleri tamamı ile ortadan kaldırmaktı; ama hedefine ulaşamadan öldü.(1520) Şah İsmail de Selim’den dört yıl sonra, 38 yaşında vefat etti.
Şah İsmail vefat edince yerine en büyük oğlu Tahmasb geçti ki, o sırada on yaşında idi. Tahmasb, oldukça zeki, akıllı ve aynı zamanda dindar bir hükümdardı. Sultan Süleyman, Safevîlerin üzerine yürüdüğünde o geri çekildi ve savaşmadı. Süleyman da geldiği gibi gitmek zorunda kaldı.
Sultan Süleyman bu seferlerden geri dönerken Van’ı almış, bundan müteessir olan Şah Tahmasb, değişik aralıklarla Erciş, Ahlât, Erzurum, Erzincan, Bayburt, Adilcevaz gibi birçok yeri tahrip etmiş, bu tahrip hareketinden sadece cami, medrese, türbe, zaviye ve kervansaray gibi binalar kurtulmuştu. İçki içilen yerler de dâhil olmak üzere birçok yer ise yerle bir edildi. Şah Tahmasb Doğu Anadolu’yu iskân olunmayacak bir yer haline getirerek, Osmanlı akınlarını durdurmayı hedefliyordu.
Sultan Süleyman, Safevî Devletini tamamen ortadan kaldırmak için üç kez doğuya sefere çıktı, fakat üçünden de eli boş döndü. Nihayet Amasya’da iki taraf arasında bir anlaşma imzalandı ve Osmanlı Devleti Safevî Devletini resmen tanımış oldu.
Şah Tahmasb, yumuşak huylu, mütevazı, dindar ve adaletli bir hükümdar idi. İçkiden hiç hoşlanmıyordu; öyle ki bütün Safevî ülkesinde içkiyi yasakladı. İnsanlara, özellikle kadınlara çok değer verirdi. Yaptığı işlerde dahi kızlarının fikirlerini alırdı.
Kızılbaş-Şiîlerin bu dindar ve adil hükümdarı arkasında Şiîliğin kökleştiği bir İran bırakarak 1586 senesinde bu dünyadan göçtü. (1586)
Sonrası
Şah Tahmasb vefat ettikten sonra II. Şah İsmail iktidara geçti. II. Şah İsmail dönemi kelimenin tam anlamı ile bir denge dönemidir. Sünnîler ile Şiîleri yakınlaştırmak için birçok icraatta bulunan II. Şah İsmail, Şah Tahmasb zamanında itibarı azalan Tekelü oymağına eski itibarını verdi ve Türkmen aşiretleri arasında da bir denge oluşturmaya çalıştı.
II. Şah İsmail vefat ettikten sonra Muhammed Hudabende ve onun ardında I. Şah Abbas başa geçti. Safevî Devleti, onun döneminde kuvvet ve kudretinin zirvesine ulaştı. I. Şah Abbas zamanında Kızılbaş kelimesi her yerde ve her alanda etkili biçimde kullanılıyordu. Şahlara “Padişah-ı Kızılbaş”, askerlere “Leşker-i Kızılbaş”, devlete “Devlet-i Kızılbaş”, ülkeye ise “Ülke-i Kızılbaş” deniyordu. I. Şah Abbas 1603 yılında başlattığı bir hareket ile kaybedilen toprakları birer birer geri aldı. Öyle ki Bağdat bile alındı. Önceden tahrip edilen kaleler yeniden imar edildi. Bu dönemde Anadolu’dan birçok göç yaşandı ki, bunların en önemlisi Celali göçleridir.
I. Şah Abbas’tan sonra altı tane daha şah iktidara geçtiyse de hiç biri ciddi bir başarı gösteremedi. 1722 yılında Afganlılar İran’ı ele geçirince Safevî Devleti de tarihe karışmış oldu.
Değerlendirme
Safevîlerin –ama özellikle Şah İsmail ile Şah Tahmasb’ın- en önemli ve etkileri yüzyıllarca sürecek olan icraatları İran’ı Şiîleştirmek oldu. Şah İsmail, İran’da Şiîliği yaymak için eğitimin zaruri olduğunu biliyordu. İlk iş olarak Necef’ten âlimler getirtip, medreseler kurdurtmak oldu. Nihayet bu çalışmalar Şah Tahmasb zamanında da devam etti ve bu dönemde İran, kesin olarak Şiîleşti. Bu dönemde birçok âlim yetiştiği bilinmektedir.[59] Bihar’ul Envar müellifi Allame Meclisi de bu cümledendir.
BAŞLANGIÇ
ŞAHKULU AYAKLANMASI
“Şah İsmail adına Anadolu’da faaliyet gösteren şeyhlerden birisi olan Şah Kulu, Tekeli ve Karabıyıkoğlu denilen ve Osmanlı kaynaklarında ‘Şeytan kulu’ diye suçlanan bu Şiî Pir, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife isminde birinin oğludur. (…) gerek Hasan Halife ve gerek oğlu Şah Kulu Antalya taraflarında ve kendi köyleri civarında bir mağarada ibadetle meşgul olarak takva açısından büyük bir şöhret kazanmışlardır.”[60]
Genel Durum
Şah Kulu Sultan’ın Osmanlı’ya karşı ayaklanma başlattığı 1511 yılında özellikle Doğu Anadolu Bölgesi iki büyük ülke arasında tampon bölge görevi yapıyordu. Osmanlı’nın egemenliği altında kalan Anadolu’da yaygın mezhep Şiîlik idi. Buna karşılık İran’da yönetim Şiî, halkın ekserisi ise Sünnî mezhebine bağlı idi. Şah İsmail boş durmuyor, özellikle Arap ülkelerinden getirttiği Şiî din adamlarının yardımı ile Şiîliği halk arasında yaygınlaştırmaya gayret ediyordu. Anadolu yarımadasında yaşayan ve Kızılbaş olarak adlandırılan Şiî halk ise Safevilere büyük bir sempati besliyor ve onlara bağlılıklarını ilan ediyorlardı.
Diğer taraftan Osmanlı hükümdarı 2. Beyazit devlet işleri ile fazla ilgilenmiyor, yönetimi büyük oranda vezirlere bırakıyordu. Bu durumdan faydalanan devlet görevlileri ise rüşveti yaygınlaştırmış, halka zulmetmeye başlamışlardı. Öyle ki, köyler zulümle harap olmuştu.[61] Artık adaletsizlik ve zulüm Çağatay ULUÇAY’ın da belirttiği gibi “bilhassa padişahın son yıllarında (…) gözle görülür, elle tutulur hale gelmişti.”[62]
Şah Kulu Sultan’ın Kimliği
Şah Kulu Sultan, Şeyh Haydar’ın Anadolu’daki halifelerinden Hasan Halife’nin oğludur. Hasan Halife, Şeyh Haydar tarafından Teke-eli’ne gönderilmiş ve bu yöredeki Şiî halkı örgütlemekle görevlendirilmiştir.
Dinsel kimliği açısından Şiî mezhebinin On iki İmam kolundan olan Şah Kulu Sultan, Şah İsmail’in Anadolu’daki halifelerinden birisidir. Babası gibi Erdebil Ocağına bağlıdır. Babası ve kendisi de köyleri olan Korkuteli’nin Yalımlı Köyü başta olmak üzere Antalya ve civarında müsbet yönde isim yapmışlar; bu muhitte sevilen ve sayılan kişiler olmuşlardır. Sık sık civardaki mağaralara giderek çile doldururlar, ibadet ederler, namaz ve oruçla meşgul olurlardı. Zahit, abid, âlim ve takvalı kişilerdi.
Rivayet edildiğine göre Şah Kulu Sultan’ın hayır duasını almak için 2. Beyazit her yıl 7000 akçe gönderirmiş.[63]
Eylem Başlıyor
1511 senesinde etrafında topladığı binlerce kişi ile ayaklanan Şah Kulu Sultan, Babai Devrim hareketinden sonra Anadolu’daki suskunluğu bozmuş, ne var ki, Osmanlı padişahının hayır duasını almak için her yıl 7000 akçe gönderdiği âlim, birden bire “Şeytan Kulu” olmuştu. Oysa Şah Kulu aynı şah Kulu idi ve onda değişen bir şey yoktu. Sadece Osmanlı doğasının gereğini yapmıştı.
Şah Kulu Sultan ve yandaşları ilk önce Antalya’dan Manisa’ya dönmekte olan Şehzade Korkut’un kervanına saldırdılar ve hazinelerine el koydular. Antalya’yı basıp, şehrin kadısını öldürdüler. Elmalı’yı, Burdur’u ve Keçiborlu’yu ele geçirdiler. Osmanlı paşası Karagöz Ahmet Paşa’nın ordusunu Kütahya yakınlarında yenip, onu öldürdüler. Şehri elde etmelerine rağmen kaleyi alamadılar. Bu arada Şah Kulu yandaşları 20 bin kişiye ulaşmıştı. Hem de Hoca Saadettin Efendi’nin “Anadolu’nun bir avuç ayağı çarıklı Türkleri”[64] diye küçümsediği Şah Kulu ordusu…
Amasya Sancakbeyi Şehzade Ahmet ile Sadrazam Hadım Ali Paşa ayaklanmayı bastırmak için 20 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Konya yakınlarındaki Kızılkaya Boğazı’nda Şah Kulu ordusunu çembere alıp saldırdılar fakat yenemediler. Çemberi yaran Şah Kulu ve yandaşları Sivas’a doğru ilerlerken karşılarına Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa çıktı. Haydar paşa’yı yenen Şah Kulu ve yandaşları, Çubuk Ovası’nda, Hadım Ali Paşa ve ordusu ile büyük bir savaşa tutuştular. Savaşta öldürülen Hadım Ali Paşa’nın ordusu da darmadağın edildi.
Bu savaşta yaralanan Şah Kulu Sultan ise bir süre sonra Hakka yürüdü.[65]
Önceden vezir tayin ettiği yakın adamlarından birisinin komutasında sayıları 15 bini bulan Şiî-Kızılbaş ordusu İran’a gitti. Bu ordu İran’da Şah İsmail’in ordusuna dâhil edildi.[66]
Antalya ve Isparta civarında meskûn bulunan Şiîler ise Mora’daki Modon ve Koron taraflarına sürgün edildiler.
Değerlendirme
Şah Kulu Sultan’ın bu erdemli başkaldırısı her şeyden önce Babai Devrim Hareketinden sonra sessizliğe bürünen Anadolu yarımadasına yeni bir ses getirmiş ve yeni ayaklanmaların habercisi olmuştur. Bu yönü ile Şah Kulu’nun ayaklanması yeni ayaklanmalar için bir başlangıç olmuştur.
VE DEVAM EDEN AYAKLANMALAR
Giriş
Şah Kulu Sultan’ın ayaklanması bir milat olmuş ve bundan sonra Anadolu’daki Kızılbaş kitleleri ayaklanmalara devam etmiştir. İrili-ufaklı birçok ayaklanma yaşanmış ve bu uğurda büyük mücadelelere girilmiştir.
Şimdi kronolojiye uyarak bunlardan önemli birkaç tanesine değinelim.
Nur Ali Halife Ayaklanması
Şah Kulu ayaklanmasından bir yıl sonra Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim adıyla maruf, II. Beyazıt’ın oğlu Selim geçti. Bu haber Safevî hükümdarı Şah İsmail’e ulaşınca, Şah, Nur Ali adındaki halifesini Anadolu’ya gönderdi. Buradaki Kızılbaşları örgütlendirmesini istedi. Aslen Sivas Kızılbaşlarından olan Nur Ali Halife, faaliyetlerini Şebinkarahisar’dan başlattı. Burada etrafına on binlerce kişi topladı. Osmanlı’nın taht kavgalarını fırsat bilerek Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’daki Kızılbaşlarla ayaklanma başlattı. Bu arada Selim’in yeğeni Murad, Kızılbaş oldu ve törenle “Kızılbaş tacı” giydi.
Osmanlı kumandanı Faik Bey ile Tokat yakınlarında savaşa tutuşan Nur Ali Halife, savaştan galip çıktı. Tokat’ı ele geçirdikten sonra Şah İsmail adına hutbe okutan Nur Ali Halife, şehir halkına dokunmadan Kaz Ovası yakınında Selim’in yeğeni Sultan Murad ile birleşti. Tokat halkının sözlerinden döndüğü, itaatlerini bozduğu anlaşılınca şehir yeniden ele geçirildi.
Bu arada hazırlıklarını tamamlayan Yular Kasdı Sinan Bey, ordusuyla beraber Nur Ali Halife’nin üstüne yürüdü. Ne var ki, Sultan Murad, Şah İsmail’e ulaşmış, Nur Ali halife ise, Erzincan’a doğru yola koyulmuştu. Sinan Bey, Koyulhisar’da Nur Ali Halife’ye ulaştı; fakat yapılan savaşta yenildi ve öldürüldü. Erzincan’a ulaşan Nur Ali Halife ise, Şah İsmail tarafından Erzincan valisi tayin edildi. (1512)
Şah İsmail’in Çaldıran’da Selim’e yenilmesinden (1514) sonra, Erzincan Valisi Nur Ali Halife de, Dersim’e[67] bağlı Ovacık yakınlarında Mehmet Paşa’ya yenildi ve bu savaşta şehit edildi. (1515)[68]
Şeyh Celal Ayaklanması
Bozok Türkmenlerinden olan Şeyh Celal, Bozok yakınlarında bir mağarada ibadetle meşgul olur, bazen de inzivaya çekilirdi. Abid ve zahit bir kişi idi. Bundan dolayı halk tarafından sevilir, kendisine itibar edilirdi.
Kızılbaş olan Şeyh, Osmanlı Sultanı Selim’in Kahire’de olduğu bir dönemde, yanına topladığı yirmi bin Kızılbaş ile[69] 1518 senesinde Bozok yöresinde ayaklandı. Kısa bir süre sonra ayaklanma Kızılırmak ile Yeşilırmak arasında kalan alana yayıldı. Osmanlı sultanı Selim, bu ayaklanmayı bastırmak için Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile Dulkadir Valisi Şehsuvaroğlu Ali Bey’i görevlendirdi. Ferhat Paşa’nın orduları ile başa çıkamayacağını anlayan Şeyh, İran’a gitmek üzere Sivas taraflarına çekildi.
Şehsuvaroğlu Ali Bey, Ferhat Paşa’nın gelmesini beklemeden Şeyh Celal’e saldırdı. Çıkan savaşta Şeyh Celal, ele geçirildi ve cesedi parçalanarak şehit edildi. Öyle ki, en büyük parçası kulağı kadardı.[70]
Şeyh Celal savaş meydanlarına madden öldürüldü ama manen adı ölümsüzleşti. Çünkü Anadolu’yu alev gibi saran büyük ayaklanmalar çıkacak ve bunların tamamına birden “Celalî” adı verilecektir. Kızılbaşlar başta olmak üzere, paşalar da dâhil halkın bütün kesimleri “Celalî” adını alarak hak arayacaktır.[71]
Baba Zunnun Ayaklanması
Kanuni Sultan Süleyman adıyla maruf, Osmanlı Padişahı I. Süleyman zamanında halk ağır vergiler ödemeye mecbur edilmişti. I. Süleyman’ın Mohaç seferine çıktığı bir sırada, İlyazıcı Kadı Müslihiddin arazi vergilerini arttırmak isteyince halk buna karşı koydu. Hoşnutsuzluk doğdu. Sulkun Hoca adlı bir Kızılbaş, tarlasına 200 akçe vergi yazan görevlilere itiraz etti. Görevliler ise, Sulkun Hoca ile bazı ileri gelen şahısların sakallarını kestiler ve onları tartakladılar. Bu olay üzerine Sulkun Hoca, köylülerden ve civar Kızılbaşlardan yardım istedi. Halk da abid ve zahit bir kişinin, Baba Zunnun adlı bir Kızılbaş şeyhinin liderliğinde ayaklandı. (1527)[72]
Ayaklanmacılar önce Sancak Beyi Mustafa Bey’in konağını bastılar. Mustafa Bey’i, kadı Müslihiddin’i ve kâtibi Mehmed’i öldürdüler.[73] Bu olaydan sonra ayaklanma Sivas, Yeşilırmak çevresi, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel bölgelerine yayıldı. Ani baskınlarla birçok hükümet adamı öldürüldü. Bu beklenmedik olaylar karşısında “devlet büyükleri”[74] Hürrem Paşa’yı olayları bastırmakla görevlendirdiler. Hürrem Paşa, birlikte çalışacağı beyleri beklemeden ayaklanmacılara saldırdı. Kayseri yöresindeki Kurşunbeli mevkiinde ağır bir yenilgi aldı.[75]
Bu zaferden sonra Baba Zunnun, Artukabad ve Kazabad taraflarını ele geçirdi. Bu arada ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa, Malatya Sancakbeyi Yularkasdıoğlu İskender Bey’i keşifle görevlendirdi. Baba Zunnun’u pusuya düşürmek isteyen İskender Bey, başarılı olamadı ve ağır bir yenilgi alarak geri döndü.
Bu olay üzerine ayaklanmayı bastırmak görevi Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa’dan alınarak Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa’ya verildi. Çıkan savaşta Baba Zunnun şehit edildi. Ayaklanmacılar da ani bir baskınla Hüseyin Paşa’yı öldürdüler.
Baba Zunnun ayaklanmasının kesin olarak bastırılması ancak Diyarbakır Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın müdahalesi ile mümkün olabildi.
Aynı yıl içersinde Anadolu’nun değişik yerlerinde Şiî-Kızılbaş halka dayalı yerel özellikte birçok ayaklanma çıktı.
Kalender Çelebi Ayaklanması
Baba Zunnun ayaklanması henüz bastırılmadan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhının beşinci postnişini Kalender Çelebi, “Hilafet ve İslamiyyet’in kurtuluşu ve yükselişi için“ kıyam ettiğini ilan ederek, ayaklanma başlattı. Dini nüfuzunun etkisi ile Kalender Çelebinin etrafında yaklaşık olarak 30 bin savaşçı toplandı. Savaşçılar; Kızılbaşlardan, sipahilerden, Sünnîlerden ve fakir olan birçok guruptan oluşuyordu.
Osmanlı Sultanı I. Süleyman’ı “telaşa düşüren”[76] bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen ordular, Karaçayır’da ayaklanmacılarla şiddetli bir savaşa tutuştu. Savaş bittiğinde Osmanlı orduları dağıtılmış, Karaman Beylerbeyi Mahmut Paşa, Alaiye Sancakbeyi Sinan Bey, Amasya Sancakbeyi Koçi Bey, Birecik Sancakbeyi Mustafa Bey öldürülmüş, Dulkadirli’den pek çoğu Kalender Çelebi’ye katılmıştı.
Haberi alan Veziriazam İbrahim Paşa, yeniçerilerden ve sipahilerden bir ordu hazırladı; fakat savaşa girmedi. Kalender Çelebi’nin yanında bulunanların eğilimlerini öğrendi. Hepsini değişik vaatlerle kandırdı. Nihayet hepsi dağıldı ve Kalender Çelebi’nin yanında 200 kişi kaldı. Ancak onlar teslim olmadılar, savaşarak şehit oldular. Hepsinin başı kesildi ve mızrakların ucuna takılarak ifşa edildi. Yararlılığı görülen kişilere ise değişik hediyeler dağıtıldı.[77]
Değerlendirme
Ayaklanmaların genel karakterini belirleyen temel unsur, Caferîlik-Kızılbaşlıktır. Fakat bu ayaklanmalara çoğu kez, ezilen bütün halkın katılımı olmuş, kendi haklarını Kızılbaşlık bayrağı altında aramışlardır.
Şah Kulu Sultan ile başlayan bu ayaklanmalar genelde doğrudan Safevi desteklidir. Şah Kulu, Şah İsmail adına ayaklanmış; Nur Ali Halife doğrudan Şah İsmail tarafından gönderilmiş; Şeyh Celal ise İran’a yönelmiştir. Zaten sonraki dönemlerde meydana gelen Celali ayaklanmacılarının bir kısmı İran’a sığınmıştır.
[36] Doğulu ve Batılı kaynaklardan naklen;
Walter HİNZ, Uzun Hasan Ve Şeyh Cüneyt, XV. Yüzyılda İran’ın Milli Bir Devlet Haline Yükselişi, TTK yay., s.11’den kısaltılarak.
[37] A. GÖLPINARLI’nın görüşü için bkz.:
Abdulbaki GÖLPINARLI, 1991, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, Ensariyan Yay., s. 231-232
[38] Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin adı bundan böyle kolaylık olması açısından Şeyh Sâfi olarak yazılacaktır.
[39] Fauk SÜMER, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTk Yay., s.1-2
[40] Birkaç örnek için bkz.:
Bekir YAKIŞTIRAN, 1995, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 104
Abdulbaki GÖLPINARLI, Kızıl-baş, İA.
Doğan AVCIOĞLU, Türklerin Tarihi, 5/2231
[41] GÖLPINARLI, aynı eser, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s. 232
[42] HİNZ, aynı eser, s. 6-7
[43] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 233
[44] HİNZ, aynı eser, s. 7
[45] HİNZ, aynı eser, s. 9
SÜMER, bu hadiseyi şüphe ile karşılar. Çünkü, o bu hadisenin Timurlular devri kaynaklarında olmadığını hatırlatarak; “Bu sebeple, bu haber, İran’da son asra kadar unutulmayan Rum (Urum) ‘dan yani Anadolu’dan geliş hatırasının yanlış bir izahından başka bir şey değildir” der.
SÜMER, aynı eser, s.7
[46] Safevî tarikatı, muhtemelen Hoca Ali’nin zamanında Anadolu’ya yayılmıştır. Yaygın olan kanıya göre, Hoca Ali, Safevî tarikatını Bursa’da bir aralık ekmek satarak geçindiği için “Somuncu Baba” lakabıyla tanınan Kayserili Şeyh Hamid-i Veli vasıtası ile Anadolu’ya sokmuştur.
Destekleyici bir görüş için bkz.:
Abdulbaki GÖLPINARLI, 1995, Pir Sultan Abdal, Varlık-Milliyet, s.6
[47] HİNZ, aynı eser, s. 16
SÜMER, aynı eser, s.7
[48] Bu cümle İran atasözüdür.
[49] Amid veya Amed, Diyarbakır’ın eski adıdır.
[50] HİNZ, aynı eser, s. 34
[51] Şeyh Cüneyt’in hayatı ve mücadelesi için ayrıca bkz.:
HİNZ, aynı eser.
[52] AVCIOĞLU, aynı eser, 5/2237
[53] HİNZ, aynı eser, s.75
[54] HİNZ, aynı eser, s. 66
[55] Hoca Saadeetin Efendi, 1999, Tacü’t Tevarih, Kültür Bakanlığı yay., 3/344
[56] SÜMER, aynı eser, s. 20
[57] Hoca Saadettin, aynı eser, 3/350
[58] Bu konu üzerinde ayrıca durulacak.
[59] Bu âlimlerden bir kaçı için bkz.:
Dr. Vecihi KEVSERANÎ, 1992, Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Denge yay., s. 161-190
[60] Bekir YAKIŞTIRAN, 1998, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 112
[61] Müneccimbaşı Tarihi, Tercüman yay., 1001 Temel Eser, s.428
[62] Çağatay ULUÇAY, “Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu?”, İst. Ünv. Edb. Fak. Tarih Dergisi, cilt 4, Mart sayısı,
[63] İsmayıl Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/230
[64] Aktaran;
Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK Yay., s. 32-33
[65] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay., 1/462 vd.
[66] J. Von HAMMER, Osmanlı Devleti Tarihi, 4/1022-1023
[67] Dersim: Tunceli’nin eski adı
[68] Nur Ali Halife ve ayaklanması için ayrıca bkz.:
Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Kızılbaş Türklerinin Rolü, TTK Yay., s:34-39
Ahmet Refik, 16. Asırda Rafizilik ve Bektaşîlik, Sadeleştiren: Mehmet YAMAN, Ufuk Matbaası, s. 27
Battal PEHLİVAN, Köylü Ayaklanmaları ve Alevîlik, Aydınlık, 04/07/1993
[69] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28
[70] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28
[71] Bu ayaklanmalar için bkz.:
Bekir YAKIŞTIRAN, Türkiye tarihinde Müslüman Halk hareketleri, Kevser Yay., s.189-282
[72] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29
İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346
[73] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29
İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346
[74] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
[75] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29-30
[76] Tarih-i Ebu’l Faruk, 3/290
ALINTIDIR
SAFEVİ DEVLETİ
“Erdebil’de bazı kabiliyetli müritler iaşe ve infak işleri ile de vazifelendirilmişlerdir. Mesela Şeyh Sâfi zamanında İsfahanlı Cemalettin adında bir seyyid fakirlere yiyecek hazırlamağa memur edilmişti. (...) Safevîler hükümete geçtikten sonra da fakirlere yiyecek verilmesi Erdebil tekkesinin esas vazifesini teşkil etmiştir.
Tarikat mensuplarının sert yaşayışlarının Doğu kaynakları da tasdik etmektedir. Gün alaca karanlıktan ortalık ağarmasına kadar süren bir sukutla başlardı. Ardından bir saat ibadet ve zikir edilirdi; zikir akşamda tekrar okunurdu. İkindi vakti Kur’an okunurdu. Yemek sade, ekseriya bulgur çorbasından ibaretti. Pekçok oruç tutulurdu. Ramazan ayının son on günü ile Zilhiccenin ilk on günü inzivada geçilirdi. (...) Bu inzivada (...) oruç, namaz ve ibadetle vakit geçirilirdi.”[36]
İlk Zamanlar
Safevîler adını ataları Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’den alır. 1252 yılında doğan Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin soyu on iki imamların yedincisi olan İmam Mûsa Kazım (a)’a dayanır.[37] Şeyh Sâfi’nin[38] babası Firuz Şah Sincar’dan Erbil’e göç etmiş ve bundan dolayı, Şeyh Sâfi, Erdebilî sonadını almıştır.[39] Erdebil’de Şeyh Zâhid-i Geylânî’ye intisâb eden Şeyh Sâfi, üstadının kızı ile evlenmiş ve üstadının vefatından sonra da posta oturmuştur.
Birçok araştırmacı Şeyh Sâfi’nin Şafii mezhebinden olduğunu söylese de,[40] Abdulbaki GÖLPINARLI kimi kaynaklara dayanarak yaptığı araştırmalarda Şeyh Sâfi’nin Şiî olma ihtimalini gündeme getirir. Ona göre, Şeyh Sâfi takiyye yaparak Şiî olduğunu saklamış olabilir.[41]
Kendi yaşadığı dönemde namı yayılan Şeyh Sâfi’yi İran’da hüküm süren ve Şiî mezhebine mensup olan Moğol hanı Olcaytu sarayına çağırtmış, fakat Şeyh Sâfi yaşlılığını ileri sürerek özür beyan etmiş ve bu davete icabet etmemiştir.[42]
Şeyh Sâfi vefat edince (1334) yerine oğlu Sadrettin Mûsa posta oturmuş, 1308 yılında hacca giden Sadrettin Mûsa, oradan Medine’ye uğramış ve o zaman seyyidlerin ulusu olan Sihabittin Ahmet bin Hüseyin’e İmam Mûsa Kazım’a (a) ulaşan soy zincirini tasdik ettirmiştir. Sadrettin’in de tıpkı babası gibi namı yayılmıştır. O kadar ki, üç ay içersinde on üç bin müridinin ziyaretine geldiği rivayet edilmiştir.[43] Sadrettin Mûsa zamanından itibaren Osmanlı padişahları her yıl, Erdebil’e çerağ akçesi adı altında kıymetli hediyeler göndermeye başlamışlardı.[44]
Sadrettin vefat ettikten sonra (1392) oğlu Hoca Ali tarikatın başına geçmiş, bu görevi 37 yıl sürdürmüştür. Timur ile görüşen Hoca Ali, Şam’daki Yezidileri kırdırtmış, köyleri ve arazileri vakıf olarak Safevîlere bağışlatmış, Timur’un Anadolu’dan getirttiği 30 bin kadar esiri müritleri arasına katmıştır.[45] Hoca Ali hacdan dönüşte uğradığı Kudüs’te vefat etmiştir.[46]
Babasının Kudüs’te vefat etmesi üzerine Erdebil’e dönen Şeyh İbrahim, tarikatın başına geçmiştir.
Şeyh Cüneyt : Dinmeyen Fırtına
Şeyh İbrahim’in vefatının ardından, Şeyh Cüneyt ile Şeyh Cafer arasında tarikat reisliği konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Şeyh Cüneyt’in siyasi eğilimlerinden haberdar olan ve Onun tarikat reisi olmasını istemeyen Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah, Şeyh Cüneyt’e karşı silah kullanmaktan da kaçınıyordu. Cıhan Şah, Şeyh Cafer’e bir mektup yazarak, Şeyh Cüneyt’i memleketten uzaklaştırmasını istedi.[47]
Bu gelişmeyi haber alan Şeyh Cüneyt, yanına en sadık müritlerini alarak Anadolu’ya doğru yola koyuldu. Şeyh Cüneyt, Osmanlı toprağına girer-girmez, Osmanlı Sultanı II. Murad’a bir Kur’an, bir seccade ve bir de tesbih gönderdi; Sultan’dan Kurtbeli’de oturma izni istedi. II. Murad, bunu veziri Halil Paşa’ya danışınca, Halil Paşa, “Bir posta yedi derviş sığar, lakin dünya kıtasına iki hükümdar sığmaz” dedi.[48] II. Murad da vezirinin bu sözüne uyarak Şeyh Cüneyt’e çeşitli hediyeler göndererek bu talebi reddetti.
Osmanlı topraklarında tutunamayan Şeyh Cüneyt, Karaman Beyliğine gitti ve Konya’da bir medresede misafir edildi. Ne var ki, burada da girdiği bir mezhep tartışmasından dolayı fazla tutunamadı. Tartışmanın ertesi sabahı Konya’dan ayrılarak Varsak Türklerinin bulunduğu, Toros Dağlarına doğru yola koyuldu. Ancak Karaman Beyi İbrahim, Varsak aşireti reisine, Şeyh Cüneyt’in yakalanıp hapsedilmesini emredince Şeyh Cüneyt çareyi Memluk Sultanı Çakmak’a sığınmakta buldu. Bu tehlikeyi de atlatan Şeyh Cüneyt, İskenderun Körfezindeki dağlarda Haçlılardan kalma yıkık bir kaleyi oraların hâkimi İbn-i Bilal’den kiralayarak onarımdan geçirdi. Etkili bir propaganda ile Anadolu, Suriye ve Irak’tan birçok Şiîyi kendi etrafında topladı. Bu durumu çekemeyen Halep’teki Mevlevi şeyhi Ahmet Bekri, Şeyh Cüneyt’i Sultan Çakmak’a şikâyet etti. Memluk Sultanı Çakmak, bu şikâyet üzerine Halep Valisini Şeyh Cüneyt’in üzerine gönderdi. Çıkan savaşta Şeyh Cüneyt’in yetmiş adamı şehit düştü, birçokları da dağılmak zorunda kaldı. Nihayet Şeyh Cüneyt, yalnız bir halde, merkezi Samsun olan Canik’e kaçtı. Burada da boş durmayan Şeyh Cüneyt etrafında birçok mürit topladı. Sayıları kısa zamanda birkaç bini bulan bu müritler, silahlanmaya başladı. Şeyh Cüneyt, bu müritlerle Hıristiyan olan Trabzon Rum İmparatorluğuna başarılı saldırlar düzenledi. Şehri kuşattı ve aldı, ama kaleyi alamadığı için geri çekildi. Osmanlı Sultanı II. Mehmet’in Trabzon’u almak için harekete geçtiğini duyunca, Trabzon’u terk etti ve Amid’e doğru yola koyuldu.[49]
Şeyh Cüneyt, Amid’e geldiğinde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yıldızı yeni parlamaya başlamıştı. Şehrin dışında karşılanan Şeyh Cüneyt, şehre Uzun Hasan’la birlikte girdi. Üç yıl Amid’de misafir olarak kaldıktan sonra, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm ile evlendi.
1459 yılında Şeyh Cüneyt, hamile olan karısı Hatice Begüm’ü Amid’de bırakarak, kalabalık bir mürit topluluğu ile Erdebil’e doğru yola çıktı. Ancak yine tutunamadı; çünkü amcası ile Cihan Şah, Onu Erdebil’de istemiyorlardı. Şehir dışına çıkarak müritlerinin toplanmasını bekleyen Şeyh Cüneyt, etrafında birkaç bin silahlı müridi ile Çerkezlerle “din uğruna”[50] savaşmak için kuzeye doğru ilerledi. (1459 sonbaharı) Şeyh Cüneyt, Şirvan hâkimi Halil ile yapılan savaşta, bir ok ile şehit edildi ve cesedi, müritleri tarafında yakın bir yere gömüldü.[51]
Şeyh Haydar
Şeyh Cüneyt’in şehit edilmesinden sonra Şeyh’in müritleri bu defa karısı Hatice Begüm’den doğan oğlu Haydar’ın etrafında toplandı. Uzun Hasan’ın yardımları ile Erdebil postuna oturan Şeyh Haydar, Uzun Hasan’ın kızını aldı, Ona damat oldu.
Bir silah ustası olan Şeyh Haydar, bütün müritlerini silahla donattı. Öyle ki, Onun zamanında Erdebil Tekkesi adeta bir silah deposu haline gelmişti.[52] Bu hazırlıklardan sonra Şeyh Haydar, Şirvan şahlarına karşı savaş açtı ve birçok başarı kazandı. Bu arada, Akkoyunlu’nun yeni hükümdarı Yakub Bey, Şeyh Haydar’ı Tebriz’e çağırttı ve kendine bağlı kalacağına dair Kur’an üzerine yemin ettirdi. Bu olaydan sonra, Erdebil’e dönerek sefer hazırlıklarına başlayan Şeyh Haydar, yeni başarılar elde etti. Bu sırada Şirvan şahı kayınbiraderi olan Akkoyunlu sultanı Yakub Bey’den yardım istedi ve Yakub Bey, bir ordu hazırlayarak, Şeyh Haydar’ın üzerine yürüdü. Çıkan savaşta şehit olan Şeyh Haydar’ın müritleri dağılmadı; “kumandanların ölümünden sonra hiçbir kıtanın dövüşmediği bir şekilde”[53] muharebeye devam ettiler.
Kızılbaş Kavramı’nın Ortaya Çıkışı
Şeyh Haydar’ın müritleri sırtlarına derviş entarisi giyer, başlarına taç denilen Haydari sarık sararlardı. Türkmen sarığının kabarık olmasına karşılık, taç beyaz bir tülbent üzerine sarılan sürahi biçiminde gittikçe sivrilen on iki dilimli ve kırmızı renkli bir sarıktı. On iki dilim, on iki imamları temsil etmekte idi ve her dilimde on iki imamlardan birinin adı yazılmıştı. Sarık kırmızı olduğu için bu müritlere “Kızılbaş” lakabı adı verildi.[54] Ancak daha sonra bu lakap, daha geniş kitleler için kullanılır oldu.
Şah İsmail ve Devletleşme
Yakub Bey, Şeyh Haydar’ın şehit edilmesinin ardından Şeyh’in üç oğlunu (Ali, İsmail ve İbrahim) anneleri ile birlikte İran’daki İstahr Kalesine hapsetti. Ancak Yakub Bey’in ölümünden (1490) sonra, Akkoyunlu ailesinde çıkan iktidar kavgası neticesinde Şeyh Haydar’ın ailesi serbest kaldı. Şeyhlerin nüfuzundan yararlanmak isteyen Rüstem Bey, aileyi serbest bırakmıştı. Arzusuna ulaşıp, tahta çıkan Rüstem Bey, bir süre sonra Şeyh Ali’yi öldürmek için girişimde bulundu. Çıkan savaşta attan düşen Şeyh Ali’nin boynu kırıldı ve şehit oldu.
Bu hadiseden sonra İsmail ve İbrahim, müritleri tarafından kaçırıldı ve Dulkadiroğullarından bir kadının evinde saklandı. Rüstem Bey, Erdebil’de bu iki çocuğu aramak amacıyla bazı girişimlerde bulunsa da, bu çabasında başarılı olmadı. Müritler, İsmail’i alarak Hz. Ali (a)’nın soyundan gelen Geylan hükümdarı Karkeya Mirza Ali’nin yanına kaçırdılar ve Mirza Ali İsmail’i Geylan’da büyüttü. [55] Rüstem Bey, birkaç kez İsmail’i Mirza Ali’den istese de bu teşebbüsleri sonuçsuz kaldı.
Şah İsmail, 1500 yılında Kağızman ve Erzurum üzerinden Tercan’a, Tercan’dan da Erzincan’ın Sarıkaya yaylasına ulaştı. Burada kalabalık bir Şiî-Kızılbaş topluluğu tarafından karşılandı. Halkı rahatsız eden bir ayıyı öldürünce halkın nezdindeki etkisi arttı. Anadolu’nun her köşesinden akın-akın gelen insanlar Şah’a bağlandı.
Emrinde yedi bin kişilik bir kuvvet toplayan Şah İsmail, Erzincan’dan ayrılarak Şirvan ülkesine doğru harekete geçti. (1501) Yirmi bini atlı ve altı bini yaya olan yirmi altı bin kişilik bir ordu hazırlatan Şirvan Şahı Ferruh Yesar, bu orduyu, eksiksiz şekilde silahla donattı. Yapılan savaşı büyük bir azimle çarpışan Kızılbaş/Şiî müritler kazandı ve Ferruh Yesar öldürüldü. “Savaştan sonra Kızılbaş askeri bir ağacın altına toplu halde bırakmış oldukları çıkın ve heybelerini hiçbiri kaybolmaksızın bulabildiler.”[56]
Şirvan ülkesinin fethedildiği bu savaşla hem ataların öcü alınmış ve hem de yeni kaynaklar elde edilmiş oldu. Şah İsmail, Kür nehrinin ağzında yer alan Mahmut Abad’da kışlarken, Ustacalı Muhammet Bey ve Hınıslı İlyas Bey’i Bakü’nün fethi ile görevlendirdi. Bu iki Kızılbaş/Şiî beyi de verilen bu görevi büyük bir başarı ile yerine getirdiler.
Bahar olunca Akkoyunlu Elvend, Şah İsmail’in üzerine yürüdü. Akkoyunlu ordusunu sayı ve silah bakımından üstün olmasına karşın Kızılbaş ordusu, Akkoyunlu ordusunu darmadağın etti. Tarihe “Şurur Zaferi” olarak geçen bu savaştan sonra, Azerbaycan olarak adlandırılan bölge, kısa sürede Şah İsmail’in emri altına girdi. Tebriz’i ele geçiren Şah İsmail, on iki imamlar adına hutbe okutup, para bastırarak Safevî Devleti’ni resmen ilan etti ve gerekli tayinleri yaptı. (1502)
Şah İsmail’e yenilen Akkoyunlu Elvend bu sırada Amid (Diyarbakır) taraflarına kaçtı ve oradan da Erzincan’a geçerek asker toplamaya başladı. Bunu haber alan on beş yaşındaki Şah İsmail, Erzincan üzerine yürüdü. Elvend ise her şeyi yüzüstü bırakarak oradan da kaçtı.
Bu olaydan bir yıl sonra Akkoyunlu Sultanı Murad ile Hamedan yakınlarında “Alma Kulağı” denilen yerde karşı karşıya gelen Şah, parlak bir zaferin ardından Irak’ı, Fars’ı ve Kirman’ı fethetti. (1503)
Dört yıl sonra Şah İsmail, Dulkadir Beyliği üzerine yürüdü. Erzurum, Erzincan ve Amasya Kızılbaşları kendi yanına çeken Şah, Osmanlı topraklarına hiçbir zarar vermeden Elbistan’a geçti. Çıkardığı bir fermanla “Osmanlı topraklarında ağaçtan bir yaprak bile koparanı cezasız bırakmayacağını” ilan etti.[57] Dulkadir ülkesine giderek Memlukların ve Osmanlıların nabzını yoklayan Şah İsmail, dönüşte Harput’u ve Amid’i ülkesine kazandırdı. (1507) Bu olaydan bir yıl sonra da Bağdat, Büveyhiler’den sonra ikinci kez Şiî denetime girdi. (1508)
Horasan ve Türkistan’da hüküm süren Özbek Şeybek Han ile girişilen savaşta Kızılbaş orduları galip çıktı ve bütün Horasan, Savefîlerin eline geçti. (1511) Artık Safevî ülkesi, Fırat ile Ceyhun arasında uzanan geniş coğrafyanın adı idi.
Yine bu yıl içerisinde Şahkulu Sultan, Osmanlı’ya karşı ayaklandı.
Osmanlı sultanı II. Beyazıt tahttan indirilerek yerine oğlu Selim geçti. Bu olaydan sonra Nur Ali Halife, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum civarlarında yaşayan Kızılbaşları ayaklandırdı.[58]
Selim’in tahta geçmesi ile Osmanlı’da taht kavgaları başladı. Duruma kısa sürede hâkim olmayı başaran Selim, Safevî üzerine yapacağı seferin hazırlıklarını yapmaya koyuldu. Bu süreçte Şah İsmail ile Sultan Selim arasında mektuplaşmalar oldu ve Şah İsmail savaşmak istemediğini bildirdi. Uzun yıllardır Safevîleri bir tehdit olarak gören Selim, buna kulak asmadı ve iki ordu 1514 yılında Çaldıranda karşı karşıya geldi.
Osmanlı müverrihlerine göre Selim, bu sefere çıkmadan önce tehlikeli bulduğu kırk bin kadar Kızılbaş’ın listesini çıkardı ve bunların büyük kısmını öldürttü; bir kısmını ise hapse attırdı. Şah İsmail’e hakaret dolu ve diplomatik sayılmayacak birçok mektup gönderdi ve Onu taciz etti. Ne var ki Şah İsmail, bunlara nezaket ile karşılık verdi. Hatta bir mektubunda “Babanızla baba-oğul gibi idik; neden gerekti de üzerime saldırıyorsunuz?” diye yazmış ve onu barışa davet etmişti.
Ne var ki Selim, hiçbir şeyi dinlemiyordu. Nihayet savaşa girdi ve Şah’ı yendi. On binlerce Kızılbaş’ı –hatta esirleri bile- kılıçtan geçirdi. Şah İsmail’in esir düşen eşi Taclı Hatun’u, Kazasker Cafer Çelebi ile nikâhladı. Karısını geri isteyen Şah’ın elçilerini hapse attırdı. Kızılbaş-Şiîlerin hacca gitmesi için birçok engel çıkardı. Safevîlerin birçok haklı isteğini geri çevirdi. Hem de “şeriata aykırı” gerekçesi ile…
Şah Tahmasb: Dindar Ve Adil
Selim’in nihai hedefi Safevîleri tamamı ile ortadan kaldırmaktı; ama hedefine ulaşamadan öldü.(1520) Şah İsmail de Selim’den dört yıl sonra, 38 yaşında vefat etti.
Şah İsmail vefat edince yerine en büyük oğlu Tahmasb geçti ki, o sırada on yaşında idi. Tahmasb, oldukça zeki, akıllı ve aynı zamanda dindar bir hükümdardı. Sultan Süleyman, Safevîlerin üzerine yürüdüğünde o geri çekildi ve savaşmadı. Süleyman da geldiği gibi gitmek zorunda kaldı.
Sultan Süleyman bu seferlerden geri dönerken Van’ı almış, bundan müteessir olan Şah Tahmasb, değişik aralıklarla Erciş, Ahlât, Erzurum, Erzincan, Bayburt, Adilcevaz gibi birçok yeri tahrip etmiş, bu tahrip hareketinden sadece cami, medrese, türbe, zaviye ve kervansaray gibi binalar kurtulmuştu. İçki içilen yerler de dâhil olmak üzere birçok yer ise yerle bir edildi. Şah Tahmasb Doğu Anadolu’yu iskân olunmayacak bir yer haline getirerek, Osmanlı akınlarını durdurmayı hedefliyordu.
Sultan Süleyman, Safevî Devletini tamamen ortadan kaldırmak için üç kez doğuya sefere çıktı, fakat üçünden de eli boş döndü. Nihayet Amasya’da iki taraf arasında bir anlaşma imzalandı ve Osmanlı Devleti Safevî Devletini resmen tanımış oldu.
Şah Tahmasb, yumuşak huylu, mütevazı, dindar ve adaletli bir hükümdar idi. İçkiden hiç hoşlanmıyordu; öyle ki bütün Safevî ülkesinde içkiyi yasakladı. İnsanlara, özellikle kadınlara çok değer verirdi. Yaptığı işlerde dahi kızlarının fikirlerini alırdı.
Kızılbaş-Şiîlerin bu dindar ve adil hükümdarı arkasında Şiîliğin kökleştiği bir İran bırakarak 1586 senesinde bu dünyadan göçtü. (1586)
Sonrası
Şah Tahmasb vefat ettikten sonra II. Şah İsmail iktidara geçti. II. Şah İsmail dönemi kelimenin tam anlamı ile bir denge dönemidir. Sünnîler ile Şiîleri yakınlaştırmak için birçok icraatta bulunan II. Şah İsmail, Şah Tahmasb zamanında itibarı azalan Tekelü oymağına eski itibarını verdi ve Türkmen aşiretleri arasında da bir denge oluşturmaya çalıştı.
II. Şah İsmail vefat ettikten sonra Muhammed Hudabende ve onun ardında I. Şah Abbas başa geçti. Safevî Devleti, onun döneminde kuvvet ve kudretinin zirvesine ulaştı. I. Şah Abbas zamanında Kızılbaş kelimesi her yerde ve her alanda etkili biçimde kullanılıyordu. Şahlara “Padişah-ı Kızılbaş”, askerlere “Leşker-i Kızılbaş”, devlete “Devlet-i Kızılbaş”, ülkeye ise “Ülke-i Kızılbaş” deniyordu. I. Şah Abbas 1603 yılında başlattığı bir hareket ile kaybedilen toprakları birer birer geri aldı. Öyle ki Bağdat bile alındı. Önceden tahrip edilen kaleler yeniden imar edildi. Bu dönemde Anadolu’dan birçok göç yaşandı ki, bunların en önemlisi Celali göçleridir.
I. Şah Abbas’tan sonra altı tane daha şah iktidara geçtiyse de hiç biri ciddi bir başarı gösteremedi. 1722 yılında Afganlılar İran’ı ele geçirince Safevî Devleti de tarihe karışmış oldu.
Değerlendirme
Safevîlerin –ama özellikle Şah İsmail ile Şah Tahmasb’ın- en önemli ve etkileri yüzyıllarca sürecek olan icraatları İran’ı Şiîleştirmek oldu. Şah İsmail, İran’da Şiîliği yaymak için eğitimin zaruri olduğunu biliyordu. İlk iş olarak Necef’ten âlimler getirtip, medreseler kurdurtmak oldu. Nihayet bu çalışmalar Şah Tahmasb zamanında da devam etti ve bu dönemde İran, kesin olarak Şiîleşti. Bu dönemde birçok âlim yetiştiği bilinmektedir.[59] Bihar’ul Envar müellifi Allame Meclisi de bu cümledendir.
BAŞLANGIÇ
ŞAHKULU AYAKLANMASI
“Şah İsmail adına Anadolu’da faaliyet gösteren şeyhlerden birisi olan Şah Kulu, Tekeli ve Karabıyıkoğlu denilen ve Osmanlı kaynaklarında ‘Şeytan kulu’ diye suçlanan bu Şiî Pir, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife isminde birinin oğludur. (…) gerek Hasan Halife ve gerek oğlu Şah Kulu Antalya taraflarında ve kendi köyleri civarında bir mağarada ibadetle meşgul olarak takva açısından büyük bir şöhret kazanmışlardır.”[60]
Genel Durum
Şah Kulu Sultan’ın Osmanlı’ya karşı ayaklanma başlattığı 1511 yılında özellikle Doğu Anadolu Bölgesi iki büyük ülke arasında tampon bölge görevi yapıyordu. Osmanlı’nın egemenliği altında kalan Anadolu’da yaygın mezhep Şiîlik idi. Buna karşılık İran’da yönetim Şiî, halkın ekserisi ise Sünnî mezhebine bağlı idi. Şah İsmail boş durmuyor, özellikle Arap ülkelerinden getirttiği Şiî din adamlarının yardımı ile Şiîliği halk arasında yaygınlaştırmaya gayret ediyordu. Anadolu yarımadasında yaşayan ve Kızılbaş olarak adlandırılan Şiî halk ise Safevilere büyük bir sempati besliyor ve onlara bağlılıklarını ilan ediyorlardı.
Diğer taraftan Osmanlı hükümdarı 2. Beyazit devlet işleri ile fazla ilgilenmiyor, yönetimi büyük oranda vezirlere bırakıyordu. Bu durumdan faydalanan devlet görevlileri ise rüşveti yaygınlaştırmış, halka zulmetmeye başlamışlardı. Öyle ki, köyler zulümle harap olmuştu.[61] Artık adaletsizlik ve zulüm Çağatay ULUÇAY’ın da belirttiği gibi “bilhassa padişahın son yıllarında (…) gözle görülür, elle tutulur hale gelmişti.”[62]
Şah Kulu Sultan’ın Kimliği
Şah Kulu Sultan, Şeyh Haydar’ın Anadolu’daki halifelerinden Hasan Halife’nin oğludur. Hasan Halife, Şeyh Haydar tarafından Teke-eli’ne gönderilmiş ve bu yöredeki Şiî halkı örgütlemekle görevlendirilmiştir.
Dinsel kimliği açısından Şiî mezhebinin On iki İmam kolundan olan Şah Kulu Sultan, Şah İsmail’in Anadolu’daki halifelerinden birisidir. Babası gibi Erdebil Ocağına bağlıdır. Babası ve kendisi de köyleri olan Korkuteli’nin Yalımlı Köyü başta olmak üzere Antalya ve civarında müsbet yönde isim yapmışlar; bu muhitte sevilen ve sayılan kişiler olmuşlardır. Sık sık civardaki mağaralara giderek çile doldururlar, ibadet ederler, namaz ve oruçla meşgul olurlardı. Zahit, abid, âlim ve takvalı kişilerdi.
Rivayet edildiğine göre Şah Kulu Sultan’ın hayır duasını almak için 2. Beyazit her yıl 7000 akçe gönderirmiş.[63]
Eylem Başlıyor
1511 senesinde etrafında topladığı binlerce kişi ile ayaklanan Şah Kulu Sultan, Babai Devrim hareketinden sonra Anadolu’daki suskunluğu bozmuş, ne var ki, Osmanlı padişahının hayır duasını almak için her yıl 7000 akçe gönderdiği âlim, birden bire “Şeytan Kulu” olmuştu. Oysa Şah Kulu aynı şah Kulu idi ve onda değişen bir şey yoktu. Sadece Osmanlı doğasının gereğini yapmıştı.
Şah Kulu Sultan ve yandaşları ilk önce Antalya’dan Manisa’ya dönmekte olan Şehzade Korkut’un kervanına saldırdılar ve hazinelerine el koydular. Antalya’yı basıp, şehrin kadısını öldürdüler. Elmalı’yı, Burdur’u ve Keçiborlu’yu ele geçirdiler. Osmanlı paşası Karagöz Ahmet Paşa’nın ordusunu Kütahya yakınlarında yenip, onu öldürdüler. Şehri elde etmelerine rağmen kaleyi alamadılar. Bu arada Şah Kulu yandaşları 20 bin kişiye ulaşmıştı. Hem de Hoca Saadettin Efendi’nin “Anadolu’nun bir avuç ayağı çarıklı Türkleri”[64] diye küçümsediği Şah Kulu ordusu…
Amasya Sancakbeyi Şehzade Ahmet ile Sadrazam Hadım Ali Paşa ayaklanmayı bastırmak için 20 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Konya yakınlarındaki Kızılkaya Boğazı’nda Şah Kulu ordusunu çembere alıp saldırdılar fakat yenemediler. Çemberi yaran Şah Kulu ve yandaşları Sivas’a doğru ilerlerken karşılarına Karaman Beylerbeyi Haydar Paşa çıktı. Haydar paşa’yı yenen Şah Kulu ve yandaşları, Çubuk Ovası’nda, Hadım Ali Paşa ve ordusu ile büyük bir savaşa tutuştular. Savaşta öldürülen Hadım Ali Paşa’nın ordusu da darmadağın edildi.
Bu savaşta yaralanan Şah Kulu Sultan ise bir süre sonra Hakka yürüdü.[65]
Önceden vezir tayin ettiği yakın adamlarından birisinin komutasında sayıları 15 bini bulan Şiî-Kızılbaş ordusu İran’a gitti. Bu ordu İran’da Şah İsmail’in ordusuna dâhil edildi.[66]
Antalya ve Isparta civarında meskûn bulunan Şiîler ise Mora’daki Modon ve Koron taraflarına sürgün edildiler.
Değerlendirme
Şah Kulu Sultan’ın bu erdemli başkaldırısı her şeyden önce Babai Devrim Hareketinden sonra sessizliğe bürünen Anadolu yarımadasına yeni bir ses getirmiş ve yeni ayaklanmaların habercisi olmuştur. Bu yönü ile Şah Kulu’nun ayaklanması yeni ayaklanmalar için bir başlangıç olmuştur.
VE DEVAM EDEN AYAKLANMALAR
Giriş
Şah Kulu Sultan’ın ayaklanması bir milat olmuş ve bundan sonra Anadolu’daki Kızılbaş kitleleri ayaklanmalara devam etmiştir. İrili-ufaklı birçok ayaklanma yaşanmış ve bu uğurda büyük mücadelelere girilmiştir.
Şimdi kronolojiye uyarak bunlardan önemli birkaç tanesine değinelim.
Nur Ali Halife Ayaklanması
Şah Kulu ayaklanmasından bir yıl sonra Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim adıyla maruf, II. Beyazıt’ın oğlu Selim geçti. Bu haber Safevî hükümdarı Şah İsmail’e ulaşınca, Şah, Nur Ali adındaki halifesini Anadolu’ya gönderdi. Buradaki Kızılbaşları örgütlendirmesini istedi. Aslen Sivas Kızılbaşlarından olan Nur Ali Halife, faaliyetlerini Şebinkarahisar’dan başlattı. Burada etrafına on binlerce kişi topladı. Osmanlı’nın taht kavgalarını fırsat bilerek Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’daki Kızılbaşlarla ayaklanma başlattı. Bu arada Selim’in yeğeni Murad, Kızılbaş oldu ve törenle “Kızılbaş tacı” giydi.
Osmanlı kumandanı Faik Bey ile Tokat yakınlarında savaşa tutuşan Nur Ali Halife, savaştan galip çıktı. Tokat’ı ele geçirdikten sonra Şah İsmail adına hutbe okutan Nur Ali Halife, şehir halkına dokunmadan Kaz Ovası yakınında Selim’in yeğeni Sultan Murad ile birleşti. Tokat halkının sözlerinden döndüğü, itaatlerini bozduğu anlaşılınca şehir yeniden ele geçirildi.
Bu arada hazırlıklarını tamamlayan Yular Kasdı Sinan Bey, ordusuyla beraber Nur Ali Halife’nin üstüne yürüdü. Ne var ki, Sultan Murad, Şah İsmail’e ulaşmış, Nur Ali halife ise, Erzincan’a doğru yola koyulmuştu. Sinan Bey, Koyulhisar’da Nur Ali Halife’ye ulaştı; fakat yapılan savaşta yenildi ve öldürüldü. Erzincan’a ulaşan Nur Ali Halife ise, Şah İsmail tarafından Erzincan valisi tayin edildi. (1512)
Şah İsmail’in Çaldıran’da Selim’e yenilmesinden (1514) sonra, Erzincan Valisi Nur Ali Halife de, Dersim’e[67] bağlı Ovacık yakınlarında Mehmet Paşa’ya yenildi ve bu savaşta şehit edildi. (1515)[68]
Şeyh Celal Ayaklanması
Bozok Türkmenlerinden olan Şeyh Celal, Bozok yakınlarında bir mağarada ibadetle meşgul olur, bazen de inzivaya çekilirdi. Abid ve zahit bir kişi idi. Bundan dolayı halk tarafından sevilir, kendisine itibar edilirdi.
Kızılbaş olan Şeyh, Osmanlı Sultanı Selim’in Kahire’de olduğu bir dönemde, yanına topladığı yirmi bin Kızılbaş ile[69] 1518 senesinde Bozok yöresinde ayaklandı. Kısa bir süre sonra ayaklanma Kızılırmak ile Yeşilırmak arasında kalan alana yayıldı. Osmanlı sultanı Selim, bu ayaklanmayı bastırmak için Rumeli Beylerbeyi Ferhat Paşa ile Dulkadir Valisi Şehsuvaroğlu Ali Bey’i görevlendirdi. Ferhat Paşa’nın orduları ile başa çıkamayacağını anlayan Şeyh, İran’a gitmek üzere Sivas taraflarına çekildi.
Şehsuvaroğlu Ali Bey, Ferhat Paşa’nın gelmesini beklemeden Şeyh Celal’e saldırdı. Çıkan savaşta Şeyh Celal, ele geçirildi ve cesedi parçalanarak şehit edildi. Öyle ki, en büyük parçası kulağı kadardı.[70]
Şeyh Celal savaş meydanlarına madden öldürüldü ama manen adı ölümsüzleşti. Çünkü Anadolu’yu alev gibi saran büyük ayaklanmalar çıkacak ve bunların tamamına birden “Celalî” adı verilecektir. Kızılbaşlar başta olmak üzere, paşalar da dâhil halkın bütün kesimleri “Celalî” adını alarak hak arayacaktır.[71]
Baba Zunnun Ayaklanması
Kanuni Sultan Süleyman adıyla maruf, Osmanlı Padişahı I. Süleyman zamanında halk ağır vergiler ödemeye mecbur edilmişti. I. Süleyman’ın Mohaç seferine çıktığı bir sırada, İlyazıcı Kadı Müslihiddin arazi vergilerini arttırmak isteyince halk buna karşı koydu. Hoşnutsuzluk doğdu. Sulkun Hoca adlı bir Kızılbaş, tarlasına 200 akçe vergi yazan görevlilere itiraz etti. Görevliler ise, Sulkun Hoca ile bazı ileri gelen şahısların sakallarını kestiler ve onları tartakladılar. Bu olay üzerine Sulkun Hoca, köylülerden ve civar Kızılbaşlardan yardım istedi. Halk da abid ve zahit bir kişinin, Baba Zunnun adlı bir Kızılbaş şeyhinin liderliğinde ayaklandı. (1527)[72]
Ayaklanmacılar önce Sancak Beyi Mustafa Bey’in konağını bastılar. Mustafa Bey’i, kadı Müslihiddin’i ve kâtibi Mehmed’i öldürdüler.[73] Bu olaydan sonra ayaklanma Sivas, Yeşilırmak çevresi, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel bölgelerine yayıldı. Ani baskınlarla birçok hükümet adamı öldürüldü. Bu beklenmedik olaylar karşısında “devlet büyükleri”[74] Hürrem Paşa’yı olayları bastırmakla görevlendirdiler. Hürrem Paşa, birlikte çalışacağı beyleri beklemeden ayaklanmacılara saldırdı. Kayseri yöresindeki Kurşunbeli mevkiinde ağır bir yenilgi aldı.[75]
Bu zaferden sonra Baba Zunnun, Artukabad ve Kazabad taraflarını ele geçirdi. Bu arada ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa, Malatya Sancakbeyi Yularkasdıoğlu İskender Bey’i keşifle görevlendirdi. Baba Zunnun’u pusuya düşürmek isteyen İskender Bey, başarılı olamadı ve ağır bir yenilgi alarak geri döndü.
Bu olay üzerine ayaklanmayı bastırmak görevi Sivas Beylerbeyi Hüseyin Paşa’dan alınarak Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa’ya verildi. Çıkan savaşta Baba Zunnun şehit edildi. Ayaklanmacılar da ani bir baskınla Hüseyin Paşa’yı öldürdüler.
Baba Zunnun ayaklanmasının kesin olarak bastırılması ancak Diyarbakır Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın müdahalesi ile mümkün olabildi.
Aynı yıl içersinde Anadolu’nun değişik yerlerinde Şiî-Kızılbaş halka dayalı yerel özellikte birçok ayaklanma çıktı.
Kalender Çelebi Ayaklanması
Baba Zunnun ayaklanması henüz bastırılmadan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhının beşinci postnişini Kalender Çelebi, “Hilafet ve İslamiyyet’in kurtuluşu ve yükselişi için“ kıyam ettiğini ilan ederek, ayaklanma başlattı. Dini nüfuzunun etkisi ile Kalender Çelebinin etrafında yaklaşık olarak 30 bin savaşçı toplandı. Savaşçılar; Kızılbaşlardan, sipahilerden, Sünnîlerden ve fakir olan birçok guruptan oluşuyordu.
Osmanlı Sultanı I. Süleyman’ı “telaşa düşüren”[76] bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen ordular, Karaçayır’da ayaklanmacılarla şiddetli bir savaşa tutuştu. Savaş bittiğinde Osmanlı orduları dağıtılmış, Karaman Beylerbeyi Mahmut Paşa, Alaiye Sancakbeyi Sinan Bey, Amasya Sancakbeyi Koçi Bey, Birecik Sancakbeyi Mustafa Bey öldürülmüş, Dulkadirli’den pek çoğu Kalender Çelebi’ye katılmıştı.
Haberi alan Veziriazam İbrahim Paşa, yeniçerilerden ve sipahilerden bir ordu hazırladı; fakat savaşa girmedi. Kalender Çelebi’nin yanında bulunanların eğilimlerini öğrendi. Hepsini değişik vaatlerle kandırdı. Nihayet hepsi dağıldı ve Kalender Çelebi’nin yanında 200 kişi kaldı. Ancak onlar teslim olmadılar, savaşarak şehit oldular. Hepsinin başı kesildi ve mızrakların ucuna takılarak ifşa edildi. Yararlılığı görülen kişilere ise değişik hediyeler dağıtıldı.[77]
Değerlendirme
Ayaklanmaların genel karakterini belirleyen temel unsur, Caferîlik-Kızılbaşlıktır. Fakat bu ayaklanmalara çoğu kez, ezilen bütün halkın katılımı olmuş, kendi haklarını Kızılbaşlık bayrağı altında aramışlardır.
Şah Kulu Sultan ile başlayan bu ayaklanmalar genelde doğrudan Safevi desteklidir. Şah Kulu, Şah İsmail adına ayaklanmış; Nur Ali Halife doğrudan Şah İsmail tarafından gönderilmiş; Şeyh Celal ise İran’a yönelmiştir. Zaten sonraki dönemlerde meydana gelen Celali ayaklanmacılarının bir kısmı İran’a sığınmıştır.
[36] Doğulu ve Batılı kaynaklardan naklen;
Walter HİNZ, Uzun Hasan Ve Şeyh Cüneyt, XV. Yüzyılda İran’ın Milli Bir Devlet Haline Yükselişi, TTK yay., s.11’den kısaltılarak.
[37] A. GÖLPINARLI’nın görüşü için bkz.:
Abdulbaki GÖLPINARLI, 1991, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, Ensariyan Yay., s. 231-232
[38] Ebul Feth Şeyh Sâfiyüddin İshâk-ı Erdebilî’nin adı bundan böyle kolaylık olması açısından Şeyh Sâfi olarak yazılacaktır.
[39] Fauk SÜMER, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTk Yay., s.1-2
[40] Birkaç örnek için bkz.:
Bekir YAKIŞTIRAN, 1995, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 104
Abdulbaki GÖLPINARLI, Kızıl-baş, İA.
Doğan AVCIOĞLU, Türklerin Tarihi, 5/2231
[41] GÖLPINARLI, aynı eser, Yüz Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s. 232
[42] HİNZ, aynı eser, s. 6-7
[43] GÖLPINARLI, aynı eser, s. 233
[44] HİNZ, aynı eser, s. 7
[45] HİNZ, aynı eser, s. 9
SÜMER, bu hadiseyi şüphe ile karşılar. Çünkü, o bu hadisenin Timurlular devri kaynaklarında olmadığını hatırlatarak; “Bu sebeple, bu haber, İran’da son asra kadar unutulmayan Rum (Urum) ‘dan yani Anadolu’dan geliş hatırasının yanlış bir izahından başka bir şey değildir” der.
SÜMER, aynı eser, s.7
[46] Safevî tarikatı, muhtemelen Hoca Ali’nin zamanında Anadolu’ya yayılmıştır. Yaygın olan kanıya göre, Hoca Ali, Safevî tarikatını Bursa’da bir aralık ekmek satarak geçindiği için “Somuncu Baba” lakabıyla tanınan Kayserili Şeyh Hamid-i Veli vasıtası ile Anadolu’ya sokmuştur.
Destekleyici bir görüş için bkz.:
Abdulbaki GÖLPINARLI, 1995, Pir Sultan Abdal, Varlık-Milliyet, s.6
[47] HİNZ, aynı eser, s. 16
SÜMER, aynı eser, s.7
[48] Bu cümle İran atasözüdür.
[49] Amid veya Amed, Diyarbakır’ın eski adıdır.
[50] HİNZ, aynı eser, s. 34
[51] Şeyh Cüneyt’in hayatı ve mücadelesi için ayrıca bkz.:
HİNZ, aynı eser.
[52] AVCIOĞLU, aynı eser, 5/2237
[53] HİNZ, aynı eser, s.75
[54] HİNZ, aynı eser, s. 66
[55] Hoca Saadeetin Efendi, 1999, Tacü’t Tevarih, Kültür Bakanlığı yay., 3/344
[56] SÜMER, aynı eser, s. 20
[57] Hoca Saadettin, aynı eser, 3/350
[58] Bu konu üzerinde ayrıca durulacak.
[59] Bu âlimlerden bir kaçı için bkz.:
Dr. Vecihi KEVSERANÎ, 1992, Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Denge yay., s. 161-190
[60] Bekir YAKIŞTIRAN, 1998, Türkiye Tarihinde Müslüman Halk Hareketleri, Kevser yay., s. 112
[61] Müneccimbaşı Tarihi, Tercüman yay., 1001 Temel Eser, s.428
[62] Çağatay ULUÇAY, “Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu?”, İst. Ünv. Edb. Fak. Tarih Dergisi, cilt 4, Mart sayısı,
[63] İsmayıl Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/230
[64] Aktaran;
Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTK Yay., s. 32-33
[65] Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yay., 1/462 vd.
[66] J. Von HAMMER, Osmanlı Devleti Tarihi, 4/1022-1023
[67] Dersim: Tunceli’nin eski adı
[68] Nur Ali Halife ve ayaklanması için ayrıca bkz.:
Faruk SÜMER, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Kızılbaş Türklerinin Rolü, TTK Yay., s:34-39
Ahmet Refik, 16. Asırda Rafizilik ve Bektaşîlik, Sadeleştiren: Mehmet YAMAN, Ufuk Matbaası, s. 27
Battal PEHLİVAN, Köylü Ayaklanmaları ve Alevîlik, Aydınlık, 04/07/1993
[69] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28
[70] Ahmet Refik, aynı eser, s. 28
[71] Bu ayaklanmalar için bkz.:
Bekir YAKIŞTIRAN, Türkiye tarihinde Müslüman Halk hareketleri, Kevser Yay., s.189-282
[72] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29
İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346
[73] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
Bekir YAKIŞTIRAN, aynı eser, s. 29
İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., 2/346
[74] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29
[75] Ahmet Refik, aynı eser, s. 29-30
[76] Tarih-i Ebu’l Faruk, 3/290
ALINTIDIR