Hırıstiyanlık dini, birey ve toplumların sosyal, siyasi v.b. çeşitli konulardaki ihtiyaçlarını giderebilecek belli ve sağlam hüküm ve prensiplere sahip olmadığı ve bu konuda pek fakir ve yetersiz bulunduğundan, hırıstiyanlığın ruhbaniyet teşkilatı sosyal, siyasi, ve yönetim konularına karışmıyordu.
Altıncı yüzyıla kadar durum bu minvaldeydi, ama Fransa kralı egemenliği altındaki toprakların bir kısmını 756'da Papa'ya bırakınca hırıstiyan dinadamlarının saltanat ve egemenlik dönemi başlamış oldu. Kilisenin maddi durumu çok güçlü hale gelince ister istemez nüfuz sahaları, egemenlik ve iktidarı paylaşamama yüzünden hırıstiyan dinadamlarıyla iktidar sahipleri arasında ciddi sürtüşme ve çatışmalar başgösterdi ve çok geçmeden Avrupa'da mutlak otoriteyi ele geçirebilmek için papalarla imparatorlar arasında savaşlar başladı...
Diğer taraftan hırıstiyan halk kiliseyi hz. İsa'nın -s- ruhaniyetinin merkezi olarak gördüğünden var gücüyle kiliseyi desteklemedeydi, bu da her geçen gün kilisenin gücünü ve nüfuzunu artırıyordu. Böylece kilise çok geçmeden bütün Avrupa'nın rakipsiz tek otorite merkezi haline geldi ve Avrupa kilise tarafından idare edilir oldu.
Hırıstiyanlıkta kanlı mezhep çatışmaları başlayıncaya kadar her hırıstiyan şehre bir piskopos hükmetmedeydi; birkaç şehrin birleşmesiyle oluşan eyaleti ise "halife" yönetiyordu. Hırıstiyanlık dünyasının en tepesinde bulunan "papa" mutlak otoriteydi ve başpiskoposlarla halifeleri tayin veya azletme yetkisini taşıyordu. Çok geçmeden Konstantin halifeleri papadan ayrılarak bağımsız bir patrikhane oluşturmaya karar verdiler.
Papayla Konstantin -Bizans- halifeleri arasında defalarca başgösteren şiddetli çatışma ve nizalardan sonra 1052'de bu iki grup tamamen birbirinden ayrıldı ve hırıstiyanlık ikiye bölünmüş oldu: Doğu Avrupa Konstantin'e, yani Bizans'a bağlandı ve bu bölgenin hırıstiyanları "Ortodoks" adını aldı, Polonya'dan başlayıp İspanya'ya kadar uzanan bölge ise Papaya bağlılığını sürdürdü ve bu gruptakilere de "Katolik" denildi. Birbirine tamamen zıt görüşlere inanan bu iki mezhep, sürekli yekdiğerini tekfir etti.
16. yy'ın başlarında Avrupa'da "Protestanlık" mezhebi çıktı ortaya, bu mezhebin kurucusu olan "Luter" le ona inananlar, papanın cennet satma ve günah çıkarma gibi uygulamalarına şiddetle karşı çıktı, Protestanlar kiliseyi temizlemek ve gömüldüğü kusur ve ahlaksızlık batağından kurtarmak istiyorlardı.
Luter'in Papaya karşı ayaklanması ve papazlık prensiplerini geçersiz ve bâtıl ilan etmesi Avrupa'da epey taraftar kazandı ve böylece basit bir din olan hırıstiyanlık yekdiğerine zıt olan üç kola ayrılmış oldu.
Katolik Avrupa'da Papa'nın mutlak otoritesine rağmen 12. ve 13. yy'da hırıstiyanlar arasında bid'atler artmaya başladı; Papa'nın sapma olarak gördüğü inanç ve düşüncelerin ortaya çıkıp giderek yayılmaya başlaması, başta bizzat papa olmak üzere bütün Katolikleri tedirgin ediyordu. Bu tür mezhep ve inançları önlemek amacıyla 1215'te papa'nın özel bir emriyle Fransa, İtalya, İspanya, Almanya , Polonya ve diğer hırıstiyan ülkelerin bütün şehirlerinde "engizisyon mahkemeleri" kuruldu. Papa'nın görüşlerine aykırı fikir ve inanç taşıyanlar bu mahkemelerde yargılandı.
Bu lanet olası mahkeme ve teşkilat, korkunç gücü ve nüfuzuyla harekete geçip düşünce ve inanç hürriyetini silindir gibi ezdi , kamuoyu tamamen sindirilmiş, korkunç bir hafakan ortamı oluşturulmuştu. Kilisenin inançlarına aykırı fikir ve inancı olduğu zannedilen insanlara akılalmaz cehennemi işkenceler uygulanıyor, darağaçları ve giyotinler ard arda can alıyordu. Hatta bazen ölüler bile yargılanıyor, çürümüş kemikler mahkemeye çıkarılıyordu. Will Dorant" Medeniyet Tarihi" adlı eserinde şöyle yazıyor.
"Engizisyon mahkemelerinin özel bir işleyiş ve yargı usulü vardı. Bir şehirde engizisyon mahkemesi kurulmadan önce kiliselerden bütün halka "iman" çağrısında bulunulur ve bilip tanıdıkları dinsiz, kafir, mülhid ve bid'atçileri kiliseye tanıtmaları istenir, insanlar en yakın akrabalarını, arkadaş ve komşularını ihbar edip ispiyonlamaya teşvik edilirdi.
İspiyoncuların kimliğinin gizli tutulacağı ve kilisenin himayesi altına alınacağı taahhüd edilir, bir mülhid veya zanlıyı bilip de haber vermeyen veya onu koruyanlar da dinsizlikle suçlanıp en ağır cezalara çarptırılırdı.
Ölüler bile dinsizlikle suçlanabiliyor, bu durumda ceset veya kemikleri mezardan çıkarılarak özel bir törenle engizisyon mahkemelerinde yargılanıyor, mal varlıklarına el konuluyor, mirasçıları mirastan mahrum bırakılıyor, bir ölünün dinsiz olduğunu ihbar edip şehadette bulunanlar o ölünün mal varlığının yüzde 30 ila 50'sine sahip oluyordu.
Çeşitli zaman ve mekanlarda uygulanan işkence ve verilen ceza usulleri de farklı ve vahşiceydi. Bazen suçluyu elleri arkadan bağlı olarak asıyor, bazen kıpırdayamayacak şekilde bağladıktan sonra boğazına su damlatarak boğuyor, kimi zamanda ellerini, kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayıp asarak ipin kemiklerine kadar işlemesini sağlıyorlardı[5].
Kilise bütün Avrupa'da tek otorite haline gelmişti artık. Almanya ve Fransa'da 10'dan fazla kral ve aristokrat tekfire uğradı, bu yüzden kimileri tahttan devrildi, kimileri de tövbelerini ilan etmek zorunda kaldılar. Almanya imparatoru dördüncü Henry, Papa'nın fermanını ciddiye almadığı için papa 7. Gregor tarafından 1075'te tekfire uğrayarak imparatorluktan azledildi. Henry , tövbecilerin giysisini giyerek papaya gitti, papa onu üç gün beklettikten sona huzuruna çıkarıp tevbesini kabul etti[6].
1140'da da kral 7. Lui, Papa ikinci İnocente'nin tekfirine uğradı, 1205'te İngiltere kralı Jan'la Papa 3. İnocente arasında anlaşmazlık çıktı, kral Jan papazlara saldırdı ve Papa onu tekfir etti. Çok geçmeden Jan şu fermanı çıkardı:" "Gaipten bir ses gelerek İngiltere ve İrlanda'nın bize hz. İsa'yla -s- onun havarileri ve velinimetimiz papa İnocente'yle onun Katolik haleflerinin emaneti olduğunu bildirdi. Bu nedenle bundan böyle sözkonusu ülkeleri papayla mukaddes pederler adına ve onların vekili olarak idare edeceğiz. Rum papazlarına her yıl iki taksitte olmak üzere , bin İngiliz gümüş lirası ödemeye karar vermiş bulunuyoruz. Biz veya bizden sonra gelecek olanlardan biri bu elyazı fermanına muhalefet edecek olursa egemenlik hakkını yitirmiş olacak ve tahttan indirilecektir."[7]
Marsel Kash şöyle yazıyor: "Ortaçağın bu zaman diliminde tam 5 milyon insan sırf papa gibi düşünmediği ve onunla aynı fikirleri paylaşmadığı için ya idam edildi, ya ölünceye kadar yeraltındaki karanlık ve havasız zindanlarda tutuldular. 1481-1499 yılları arasında yani 18 yıl zarfında engizisyon mahkemelerinin emriyle 1020 kişi diri diri yakıldı, 6860 kişi lime lime edildi ve 97023 kişi işkenceyle öldürüldü.[8]
Keza, Ortaçağ Avrupa'sında 350 bini aşkın bilimadamı engizisyon mahkemeleri tarafından diri diri yakıldı[9]. Ünlü Fransız yazar ve Şair Victor Hugo, kilise yetkilileriyle engizisyon mahkemelerini şöyle eleştirir: Kilisenin tarihteki yaşam seyri, insanoğlunun ilerlemesinde etkili olmayıp tarih sayfalarının gerisinde yeralmıştır. Kilise, sırf, yıldızların bulundukları noktadan yere düşmeyeceklerini söylediği için Pornili'yi kırbaçlayan zihniyettir; bu dünyadan başka daha nice sayıya gelmez dünyalar olduğunu söyleyip varlık aleminin sırlarını ima yoluyla anlatmaya çalıştığı için Campland'ı 27 kez hapis ve işkenceye mahkum eden zihniyettir, bu zihniyet, kanın damarlarda hareket halinde olduğunu ve hareketsiz kanın, damarların ölümü anlamına geldiğini ispatladığı için Harwey'e işkence etmiş, Tevrat'la İncil'dekinin aksine, yeryüzünün dönmekte olduğunu söylediği için Galil'eyi hapse tıkmıştır. Kilise zihniyeti Saint Poul'un Tevrat'la İncil'de varlığına hiç değinmediği bir beldeyi bulup ortaya çıkardığı için Kristof Colomb'u zindana atmıştır. Çünkü kilise nazarında yeryüzünün döndüğünü ve gökyüzü kanunlarını keşfetmek dinsizliktir, daha önce adından bahsedilmeyen yeni bir beldeyi keşfetmek imansızlıktır ve açıkça kiliseye savaş açmak demektir!.. Din kuralları adına Monti'yi, din ve ahlak adına Muller'i tekfir eden zihniyettir bu[10].
Kilise, müslümanlara karşı da bu güç ve nüfuzunu kullandı ve Beytulmukaddesi kurtarma bahanesiyle haçlı seferleri düzenleyip vahşi katliamlarda bulundu; 1095'te başlayıp 1270'e kadar süren haçlı seferleri 8 büyük savaştan sonra ardında bir kan seli bırakarak son buldu.
Papayla diğer hırıstiyan dinadamlarının kin, nefret ve cahilane taassupları bu savaşları tetikleyen ana neden olmuştur. Akla gelmedik Bizans oyunlarıyla Avrupa halkını müslümanlara karşı kışkırttılar. Haçlı savaşları başlamadan önce Papa 2. Urbin, önde gelen papazlarla piskoposların da katıldığı bir kongrede bütün islam alemine karşı savaş ilan etti, bütün papazlarla piskoposları, hırıstiyan halkı müslümanlara karşı tahrik etmekle görevlendirdi, kendisi de Fransa'da bütün çevresini savaş için kışkırttı.
Bir milyonu aşkın askerden oluşan ilk büyük haçlı ordusu, Beytulmukaddes'i ele geçirmek amacıyla harekete geçti. Bütün bir Avrupa'nın Asya'ya doğru sel gibi akması demek olan bu barbarlar ordusu önlerine çıkan heryeri ateşe verdi, yakıp yıktı, eline geçirdiği herşeyi yağmaladı, kadın-çocuk demeden rastladığı herkesi vahşice kılıçtan geçirdi, denize döktü, lime lime doğradı, asker-sivil, kadın-erkek, genç -ihtiyar, ayrımı yapmadan tam üç yıl boyunca bu barbarlar sürüsü oluk gibi kan akıttıktan sonra Beytulmukaddes'i ele geçirdi...Bu sırada, başlangıçtaki bir milyon haçlıdan sadece 20 bini kalmıştı. Hırıstiyan dünyası iç savaşlar, veba vb. salgın hastalıklar, yolları üzerindeki müslüman ve diğer kabile ve aşiretlerin direnişi sonucu bir milyondan fazla ölü vererek Beytulmukaddes'e girmiştir.
Hırıstiyanlık adına bu vahşiler sürüsünün işlediği canilikleri, bizzat ünlü Fransız tarihçi Gustav Lubon'dan aktarıyoruz:
"Haçlı askerlerinin bu savaşlar boyunca sergilediği inanılmaz vahşilik, cinayet ve katliamlar, onları yeryüzünün en sefil, en aşağılık ve en cani mahlukları olarak tarihe kaydetmiştir. Bu caniler güruhunun kendi dinlerinden olanlarla düşmanlarına karşı tavırları aynıydı; asker, sivil, çiftçi, kadın, erkek ve çocuk onlar için farksızdı, kim olursa olsun gözlerini kırpmadan öldürüyor, ellerine geçen herşeyi tam bir eşkıyalıkla yağmalayıp talan ediyor, her tarafı yakıp yıkmaktan zevk alıyorlardı.
Bu olaylara bizzat şahid olan rahip Robert'in anlattıklarından bir kesit aktaralım:
"Hırıstiyan ordumuz bütün yolları, dörtyolları tutmuş, hatta evlerin damlarını bile kontrole almıştı, yırtıcı aslan gibi herşeye saldırıyor, bebekleri parçalıyor, çocuk-kadın, genç- ihtiyar demeden herkesi acımasızca kılıçtan geçiriyor ve bütün bunlardan zevk alıyorlardı. Zaman kaybetmemek için birkaç kişiyi birden aynı anda birtek ipte sallandırıyordu, askerler buldukları herşeyi kapıyor, ölülerin karnını parçalayıp altın ve mücevher arıyorlardı. Haçlı komutanlarından "Buamun" sarayın avlusunda toplanan halkı sıraya dizdirdi, kadınları, erkekleri, ve çocukları hemen orada kılıçtan geçirip , sadece gençleri sağ bıraktı ve onları zincire vurdurup, köle olarak satmak üzere Antakya'ya esir pazarına gönderdi.[11]
Bu hunhar ve cani ordunun gaddar komutanı Godfro Adobiyen, papaya gönderdiği raporda şöyle yazıyor:
"Beytulmukaddes'te ele geçirdiğimiz müslümanlara ne yaptığımızı şöyle özetleyeyim: Askerlerimiz Süleyman mabedi ve revakta kan gölü oluşturdular; kan, atların dizine kadar ulaşıyordu."[12]
Hırıstiyanların haçlı savaşları boyunca müslümanlara reva gördükleri ve ortaçağ engizisyonlarının bilimadamlarıyla düşünürlere Avrupa'da yaptıklarının küçük örnekleridir bunlar.
Engizisyon mahkemelerinin bu inanılmaz baskı, işkence ve cinayetleri, sonunda Avrupa'nın düşünür ve bilimadamlarını galeyana getirdi, bu karanlık hafakan, zulüm ve işkence cenderesinden kurtulabilmek için kiliseye karşı yoğun bir savaş başlattılar.
Kiliseyle bilimadamları arasındaki bu mücadele giderek şiddetlendi; kilisenin bilimadamlarıyla düşünürlere uyguladığı bütün baskı, yıldırma ve yoğun sansüre rağmen pozitif bilimlerde günden güne yeni ilerlemeler kaydedildi. ve sonunda kilise iktidarı geri adım atmak zorunda kaldı. Böylece meydan bilimadamlarıyla , hür düşünce sahiplerine kaldı.
Hırıstiyan papazların masum halka uyguladığı bu yüzkızartıcı mantıksız şiddet ve barbarca baskılar birçok bilimadamının din ve dindarlıktan büsbütün soğumasına ve bütün dinleri inkar edip "dinin cehalet ve evhamdan yana ve bilimle düşünceye karşı olduğu" zannına kapılmasına sebep oldu.
Böylece, olan oldu ve onca yüz kızartıcı cinayetle onca fâcia; engizisyon mahkemelerinin din adına işlediği onca yozluk ve gaddarlık bütün semavi dinlerin temeline çok ağır bir darbe indirmiş oldu ve neticede dinler hakkında yeterince mütalaa ve bilgisi bulunmayan kimselerde bütün dinlere karşı yoğun bir nefret ve dindarlığa karşı da tam bir kötümserlik oluştu.
Kilisenin servet ve güç uğruna masum halka reva gördüğü şiddet ve baskılar Rusya'da da çok yoğun tepkilere yolaçtı ve bu ülkede komunizmin başarılı olmasında en büyük rolü oynadı. Ortamı müsait bulan ateistlerle komünistler dine karşı çok yoğun bir savaş başlattılar ve dini; "sermayedar kapitalistlerin, işçi sınıfını daha iyi sömürebilmek için kullandıkları bir araç" gibi göstererek din karşıtı propagandalarını artırdılar.
Fredof, bu gelişmeyi şöyle anlatır:
"Rusya'da kilise demek, taşınır ve taşınmaz servetinin haddi hesabı olmayan başlı başına dev bir çarlık demekti... Kilisenin gayri menkulleri milyonlarca hektara ulaşıyordu, bankalardaki hesaplarında yüz milyonlarca altın rubleye varan bir meblağ vardı; ormanlar, çiftlikler ve otlaklar geniş oranda kilisenin emrindeydi; ticaret, sanayi, zanaat, balıkçılık vb. dallardan astronomik gelirler elde ediliyordu.
Rusya'nın en büyük feodali, en büyük sermaye sahibi ve en büyük bankacısı olan kilise, bunca servet ve varlığına rağmen çiftçilerle köylüleri acımasızca sömürüyor, işçilerin biraz olsun daha rahat bir iş ortamı için attıkları her adıma gaddarca karşı çıkıyordu. Böylece kilisenin adamlarını "rahip kılığına bürünmüş kölelik yandaşları" olarak adlandıran işçilerle çiftçiler arasında kilise ve rahiplere karşı haklı bir nefret duygusu oluşmuş oldu"[13]
Evet , bir zamanların bu ölçüde gerici ve kör tutucu olan ve kendi efradınca "irtica" ve "yobaz" lığın mazharı olarak adlandırılan ve keza; birkaç sayfada özetlemeye çalıştığımız engizisyon mantığıyla gerçekten kendine has bir "parlak tarih"e(!) sahip bulunan hırıstiyanlık, sergilediği onca bilim düşmanlığına rağmen bugün temellerini sağlama alabilmek için bilim ve teknolojinin bütün imkanlarını hizmetine almış durumdadır.
Sırf Katolik kilisesinin dörtbinden fazla misyonerlik heyeti olduğunu bugün kaç müslüman bilir sahi?! Gayet sistemli ve teşkilatlı şekilde çalışan bu misyoner gruplar dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdadırlar; yeterince maddi imkanlarla donanmış olarak Kongo'dan Tibet'e , hatta Afrika'nın vahşi kabilelerine varıncaya kadar dünyanın en ücra köşelerine gitmekte ve sistemli bir şekilde hırıstiyanlığı propaganda etmektedirler. Sırf İngiltere kraliyet kilisesinin misyoner faaliyetlere ayırdığı yıllık bütçe 900 milyon dolara yakın bir rakamdır! Sırf bu rakamı bile biz müslümanların islamî tebliğe ayırdığımız bütçenin tamamıyla kıyaslamamız halinde fevkalade teessüfe kapılacağımız ortadadır.
Bugüne kadar İncil binden fazla lehçe ve dile çevrildi. 1937'de sırf üç İncil yayıncısının Amerika'da basıp yayınladığı İncil sayısı 24 milyon nüshadır.
Vatikan'da günlük olarak yayınlanan Oserfatory Romano gazetesi kilisenin yayınıdır aslında; günlük 300 bin tiraj basan bu gazeteye ilaveten Vatikan'ın tirajı milyonlara varan elliye yakın yayını vardır. Hırıstiyanlık merkezleri tarafından açılan ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, klinik ve hastahane sayısı 32 bini aşmaktadır. Vatikan'nın dini yayınlar yaptığı birçok güçlü vericisi vardır, bunlardan biri Vatikan'dan, biri Adis Ababa'dan dünyanın dört bir yanına yönelik hırıstiyanlık propagandası yapmaktadır. Hırıstiyanlık çağımızda üç yöntemle propagandada bulunmaktadır. İncillerin tercüme edilmesi, kilise ve manastır yapılması ve dünyanın dört bir yanına misyonerler gönderilmesi.
Protestan hırıstiyanların da yoğun propaganda çalışmaları vardır. Readers Agest gazetesindeki şu yazı ilginçtir: "Kiliselerin eskiden topladıkları "Titin" denilen zekat veya öşür vergisi geleneğinin tekrar hayata geçirilmesi Amerika protestan kiliselerinin hem maddi , hem manevi açıdan canlanmasını sağlamıştır.
1950'den sonra en az on merkezde bu faaliyetler başlatıldı ve çok ilginç neticeler alındı. Birçok cemiyetlerde yapılan faaliyetler 2-3 kat arttı, kilise ve manastır hizmeti veren yüzlerce bina inşa edildi , yurtiçi ve yurtdışına gönderilen misyonerler takviye edildi. Hepsinden önemlisi, cemiyet azâlarının da bu tür hırıstiyan geleneklerini canlandırmanın ne kadar sevindirici ve önemli gelişmelere yol açtığını farketmiş olmasıdır.
Hırıstiyanlık teşkilatı ne yahudiden, ne budistten, ne de hindudan çekinir, çünkü bu üçü belli bir kavmin dini olmakla sınırlandığından, hırıstiyanlığa nüfuz edebilecek imkan ve güce sahip değildir. Hırıstiyanların korktuğu tek din, dost düşman herkesin takdirini kazanan ve canlı, cihanşümul ve kapsamlılığı herkesçe bilinen yüce islam dinidir. Papanın Vatikan'da tertiplenen başpiskoposlar konseyinin açılışında yaptığı konuşmada "Afrika'da hırıstiyanlık ve batıyı tehdit eden güç, komünizmden ziyade, islam dinidir." dediği bilinmektedir.
(Beş kıtadan gelen başpiskoposlarla papazların katıldığı bu uluslararası kongre her yüzyılda bir tertiplenir ve hırıstiyan dünyasının problemleri bu kongrede masaya yatırılır. Bu kongrenin son toplantısı papanın saltanat merkezi olan Vatikan'da, dünya kiliselerinin liderlerinden müteşekkil 7 bin başpiskoposun katılımıyla gerçekleşti.Bir yıl süren ve 2'şer aylık üç dönemde gerçekleşen bu kongrenin masrafı, bizzat kilise makamlarının resmi açıklamalarına göre 650 milyon İtalyan lireti oldu.)
Müslümanların tebliğ çalışmaları hırıstiyanlarınkine oranla sıfır denilecek kadar zayıf olduğu halde yüce islam dininin hak ve fıtrata dayalı yapısından kaynaklanan realitesi ve yapıcı çekiciliği nedeniyle bilhassa Afrika kıtasında hızla yayıldığı bilinmektedir. İslam dini, çilekeş siyahlar için en güzel sığınak ve mükemmel bir dayanaktır, kilise de bu tehlikeyi görmezden gelmemektedir tabii.
Belçikalı iki araştırma kurumunun raporlarına göre "20. yy'ın başlarında Kongo'nun belli bir bölgesinde yaşayan müslümanların sayısı dörtbini aşmıyorken bugün Kongo'nun Manima, Kiyovo ve Stanleywıll şehirlerinde bu rakam 236 bine ulaşmış durumdadır".
Paris'te yayınlanan Peru dergisi, Afrika müslümanları konusunda araştırma yapan Avrupa şarkiyatçılarından Morsel Karder'den iktibasla şöyle diyor:
"Bir zamanlar Afrika'da şehzadelerle sultanların dini olan islam, şimdi halk kitlelerinin dinidir artık; coşkun bir sel gibi köpürüp duran bu kitleler; daha insanca ve huzurlu bir hayat kurmak istemektedir şimdi... Afrika'da şüphe götürmez bir gerçek var, o da şudur: İslam, Kuzey Afrika'dan Güney Afrika'ya doğru hızla ilerlemektedir; inkar edilemez istatistik ve gerçekler, bunu onaylamaktadır."
Rio Dö Paris dergisi, Afrika'da yaşayan müslümanlar, hırıstiyanlar ve totemist putperestlerin istatistik rakamlarını aktararak müslümanların en yoğun nüfusa sahip olduğunu belirtmekte ve şöyle yazmaktadır.
"Afrika siyahlarının en az yarısı müslümandır, islam bu kıtada inanılmaz bir hızla yayılmaktadır. Her yıl yarım milyona yakın Afrikalı müslüman olmaktadır. Bu ilerleme islamın eski nüfuzunun devamı değildir, son yüzyılda ortaya çıkan yeni çağdaş ortamın ürünüdür."
1950'de El-Ezher üniversitesi mezunlarından dört kişi Mabako şehrinde islami bir okul açtı, bu okulun kaydettiği ilerlemenin hızı baş döndürücüydü, Fransa ürkerek hemen duruma müdahale edip bu okulu kapattırdı."
Nepal Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Vaciea Vaglieri şöyle yazıyor: "İslam ülkelerinde gayri müslimler tamamen hür ve serbest olduğu ve çağımızda müslümanların bu dinin propagandasını yapacak hiçbir kuruluş ve teşkilatları bulunmadığı halde ve dahası, son yıllarda dine vurulan büyük darbelere ve irtica vb. yaftalara rağmen islam dininin Asya'yla Afrika'da hiç durmaksızın gelişip yayılmasının nedenini anlayabilmek mümkün değildir. Bugün fatihlerin kılıcının islamın yayılmasını sağladığını söyleyebilmek mümkün değildir , bilakis, bir zamanlar müslümanların egemen olduğu ülkelerde bugün başka dinlerin devletleri iktidarda olup çok güçlü misyonerlik teşkilatlarıyla müslümanlar arasında güçlü propaganda çalışmaları yapmaktadırlar, ama bütün bunlara rağmen islamı, müslüman halkın günlük yaşamından ayırabilmek ve onları laikleştirebilmek halâ mümkün olamamıştır. Bu dinin yapısındaki o gizli mucizevi güç nedir sahi? İnsanları böylesine etkilemesinin nedeni nedir? İnsanların islama böylesine coşku ve sevgiyle sarılmalarının sebebi nedir? İnsan ruhunun derinliklerinde onu islama yönelten şey nedir?"
Hırıstiyanlar müslümanları mahvedebilmek için en iğrenç yollara başvurmaktan çekinmemektedirler.
Üstâd Muhammed Kutub şöyle yazmaktadır:
"İngilizlere ait bir gemicilik şirketinin Güney Afrika'da büyük kuruluş ve teşkilatları var, bu şirketin gemilerinde çok az sayıda Afrika'lı müslüman da çalışmadaydı. Bu hırıstiyan dev şirket, kendi bünyesinde bir avuç müslüman işçinin varlığına bile tahammül edemedi ve onları mahvetmek için çok iğrenç bir yola başvurdu; maaşlarının bir kısmını ödemeyip, karşılığında birkaç şişe içki verdi onlara! İslam dininde içki haram olduğu , alınıp satılması da aynı hükme girdiği için bu içki şişelerini aldıklarında kırıp atıyor, böylece gelirlerinin önemli bir kısmını çöpe dökmüş oluyorlardı. Müslüman bir avukat, onlara uygulanan zulmü öğrenince, dünyada başka bir örneği olmayan bu ödeme tarzını reddetmelerini, maaşlarının tamamının yine ödenmemesi halinde şirketten şikayetçi olmalarını önerdi. Ama bunu öğrenen şirket ne yaptı biliyor musunuz? Maaşlarını ödeyeceği yerde, bütün müslüman çalışanlarının hepsini işten attı"[14] Evet, Avrupalının ikide bir atıp tuttuğu medeniyet ve hümanizminin manası işte budur!
Bugün Afrika'da müslüman mübelliğler için çok geniş bir ufuk ve hazır bir ortam vardır şimdi, Müslüman tebliğciler ciddi ve kararlı bir çalışma başlatacak olurlarsa Afrika'da kitleler hızla islam dinine girecektir. Afrikalılar, ırk ayrımı gözetmeksizin, hayatın maddi ve manevi boyutları arasında makul bir denge ve uyum sağlayan, toplumda eşitlik ve kardeşliği pekiştirip insanları barış, hürriyet, huzur ve hakikate çağıran bir dinin arayışı içinde yaşamaktadırlar. Hırıstiyanlığın bu ihtiyaca cevap veremeyeceği ve bu açılardan tamamen yetersiz ve fakir olduğu bilinmektedir. Bizzat kilise ırkçılık yapıp ayırım gözetmekte, insanlar arasında nifak ve kin tohumları serpmekte ve beyazlarla siyahların aynı kilisede ibadet etmesine bile izin vermemektedir! Kısacası hırıstiyanların siyahlara karşı takındığı tavır, insanca değildir.
Kongo'nun öldürülen bağımsızlık lideri Patris Lomamba, Paris'te yayınlanan bir gazeteye verdiği bir yazıda şöyle demekteydi. "Bize okullarda hırıstiyanlığa saygı duymamız gerektiği öğretilir, bunun nedenini bir türlü anlayabilmiş değilim, çünkü Avrupa'lılar okul dışında her ahlaksızlığı işliyor, insanlık ve medeniyetin bütün kurallarını ayaklar altına alıyorlardı... Okulda bizlere öğretilenlerle, Avrupalıların siyahlara gösterdiği davranış ve tutum arasında çok bâriz bir fark vardı".
Hırıstiyanlar islamın Afrika'daki gelişmesinden rahatsızlık duymakla kalmamakta, Amerika'da da hırıstiyan siyahların hızla müslüman olmasını görmek, misyonerleri çileden çıkarmaktadır. Bu nedenle de onların bütün çalışmalarını alt -üst edip hayatlarını karartabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktadırlar. Amerika'da siyahların aleyhinde propagandada bulunmayan yayın yok denecek kadar azdır. Hatta Amerika senato meclisinde birçok senatör kürsüye çıkıp açıkça müslüman siyahlara saldırmakta ve ABD başkanının, müslüman zencilere ait bütün kuruluş, okul ve dernekleri kapattırmasını istemektedir.
Müslüman zencilerin önünü tıkamak için yapılan bütün bu girişimlere rağmen onlara katılanların sayısı günden güne artmakta, kurumları, faaliyetleri ve örgütleri günbegün güçlenmektedir. Bugün Amerika'nın 27 eyaletinde 70'ten fazla şubeleri vardır, Şikago'yla Detroit'te iki büyük islam kültür merkezleri bulunmaktadır; birçok cami vb. kurumlar inşa etmişlerdir; "Muhammed'in s.a.v sözleri " adlı bir de gazete yayınlamaktadırlar. Amerika'daki bazı şehirlerde yürüyüş ve gösteri yaptıklarında dînî içerikli flama ve pankartlar taşımakta, en ön safta kelime-i şehâdet yazılı bir tabloyla yürümektedirler.
Zenci müslümanlar dinlerine çok bağlıdırlar; kadınları islami örtünme hususunda çok dikkatlidirler, et ve diğer gıda maddelerini, ayyıldızlı tablolarıyla göze çarpan müslüman kasap ve mağazalardan temin etmeye özen gösterirler, arapça öğrenmeye pek meraklıdırlar, tahsil eden öğrencilere Kur'an dilini öğrenmelerini tavsiye ederler, bu kesimde hırsız, cani ve benzerine rastlanmaz; hatta bizzat islam düşmanlarının da itiraf ettiği gibi, kötü alışkanlıkları olan zenciler müslüman olduklarında bütün kötü alışkanlıklarını bırakmakta ve fevkalade olumlu bir değişim yaşamakta, inançlarında pek sabit ve azimli olmaktadırlar.
Afrika'da faaliyet gösteren misyonerler, zencilerin ilerleyip gelişmesini ve kendileri gibi biri olmasını istemez asla, bilakis, onların kiliseye ve ecnebi ülkelere bağlı birer kulağı küpeli hizmetkârlar olmasını isterler. Bu gerçeği bizzat Westerman'dan dinleyelim:
"Bir zenci islam dinine girdiğinde hemen toplumun en aziz fertlerinden biri oluvermekte, kısa zamanda kendine tam güven duymakta, çabucak konumunun idrakine varıp cihanşümul bir üye olduğunu farketmekte ve Avrupa'lılarla irtibatını belli ölçü ve sınırlar çerçevesinde tanzim etmesi gerektiğini anlamaktadır; daha önce toz toprak içinde sefil bir hayat sürdüren ve sürekli aşağılanan zenciler müslüman olduklarında bu dinde tam bir insani konum kazanmakta ve Avrupalıların bile saygı gösterdiği bir birey olmaktadırlar.
Ama totemizmi terkedip de hırıstilyanlığa giren bir zenci, islam dinine giren bir zencinin tamamen tersi bir durumda buluvermektedir kendisini, çünkü bir kere , biz hırıstiyanlar zencilerden kendimizi üstün gören bir ilkeyi temel prensip etmiş ve onlardan ayrı tutmuşuz kendimizi, bu nedenledir ki siyahlar bizim medeniyetimizin gerçek yüzüyle tanıştıklarında bunu bir türlü anlayamamakta , kabullenememektedirler. Biz halâ siyahlara, onların da birçok seçkin özellikleri olduğunu söylemiş değiliz, bunu kendileri de bilmiyor henüz... Çünkü biz, siyahların kültür ve medeniyetine zerrece önem vermiş ve onların da kalkınmasını sağlayıp buna binaen onların kültür ve medeniyetini kendi kültür ve medeniyetimizin seviyesine yükseltmeye çalışmış değiliz asla... Biz ne zaman zenciden sözedecek olsak, onu hep olumsuz ve aşağılayıcı ifadelerle takdim etmişizdir Avrupa'ya; bizden biri olduğunda da "çirkin Avrupalı" demiş ve hiçbir zaman içimize sindirememişizdir onu... Ama islam dini onu tanımladığında "islam dininde saygın olan ve diğer fertlerle aynı haklara sahip bulunan onurlu bir Afrikalı olarak tanımlıyor onu. Hırıstiyanlığı kabul etmiş medeni bir Avrupalı zenciye bakınız; islamın bir zenciye tanıdığı haklar ve yaradılışı itibariyle onu diğer bireylerle tamamen aynı ve eşit gören sosyal konuma sahip değildir asla!..
Birçok Avrupalının nazarında hırıstiyanlığa girmiş olsa bile, dindar bir Avrupa'lı zenciyle, toz-toprak içinde yaşayan putperest bir zencinin hiçbir farkı yoktur, her ikisi de aşağılıktır, çünkü her ikisi de zencidir... İşte bu tipler, müslüman olan siyahların, hırıstiyan olan siyahlardan çok daha üstün konumda olduğunu bilfiil gün ışığına çıkaran katalizör rolünü oynamaktadırlar. Nitekim bu bakış tarzı nedeniyledir ki hırıstiyanlaştırılmak için eğitilip yetiştirilmiş ve hırıstiyanlaştırılmış bulunan siyahların çoğu, son yıllarda islam dininin en hızlı tebliğcilerine dönüşmüşlerdir... Afrikalı siyah hırıstiyanlar Avrupa'lı beyaz dindaşlarıyla hiçbir zaman eşit tutulmayacaklarını bildikleri için islamı tanır tanımaz müslüman olmakta ve Afrikalılar için en ideal dinin islam olduğunu çabucak farketmektedirler"...[15]
islam ve bati medeniyeti: seyyid mucteba musevilari: kitabindan alintidir
Altıncı yüzyıla kadar durum bu minvaldeydi, ama Fransa kralı egemenliği altındaki toprakların bir kısmını 756'da Papa'ya bırakınca hırıstiyan dinadamlarının saltanat ve egemenlik dönemi başlamış oldu. Kilisenin maddi durumu çok güçlü hale gelince ister istemez nüfuz sahaları, egemenlik ve iktidarı paylaşamama yüzünden hırıstiyan dinadamlarıyla iktidar sahipleri arasında ciddi sürtüşme ve çatışmalar başgösterdi ve çok geçmeden Avrupa'da mutlak otoriteyi ele geçirebilmek için papalarla imparatorlar arasında savaşlar başladı...
Diğer taraftan hırıstiyan halk kiliseyi hz. İsa'nın -s- ruhaniyetinin merkezi olarak gördüğünden var gücüyle kiliseyi desteklemedeydi, bu da her geçen gün kilisenin gücünü ve nüfuzunu artırıyordu. Böylece kilise çok geçmeden bütün Avrupa'nın rakipsiz tek otorite merkezi haline geldi ve Avrupa kilise tarafından idare edilir oldu.
Hırıstiyanlıkta kanlı mezhep çatışmaları başlayıncaya kadar her hırıstiyan şehre bir piskopos hükmetmedeydi; birkaç şehrin birleşmesiyle oluşan eyaleti ise "halife" yönetiyordu. Hırıstiyanlık dünyasının en tepesinde bulunan "papa" mutlak otoriteydi ve başpiskoposlarla halifeleri tayin veya azletme yetkisini taşıyordu. Çok geçmeden Konstantin halifeleri papadan ayrılarak bağımsız bir patrikhane oluşturmaya karar verdiler.
Papayla Konstantin -Bizans- halifeleri arasında defalarca başgösteren şiddetli çatışma ve nizalardan sonra 1052'de bu iki grup tamamen birbirinden ayrıldı ve hırıstiyanlık ikiye bölünmüş oldu: Doğu Avrupa Konstantin'e, yani Bizans'a bağlandı ve bu bölgenin hırıstiyanları "Ortodoks" adını aldı, Polonya'dan başlayıp İspanya'ya kadar uzanan bölge ise Papaya bağlılığını sürdürdü ve bu gruptakilere de "Katolik" denildi. Birbirine tamamen zıt görüşlere inanan bu iki mezhep, sürekli yekdiğerini tekfir etti.
16. yy'ın başlarında Avrupa'da "Protestanlık" mezhebi çıktı ortaya, bu mezhebin kurucusu olan "Luter" le ona inananlar, papanın cennet satma ve günah çıkarma gibi uygulamalarına şiddetle karşı çıktı, Protestanlar kiliseyi temizlemek ve gömüldüğü kusur ve ahlaksızlık batağından kurtarmak istiyorlardı.
Luter'in Papaya karşı ayaklanması ve papazlık prensiplerini geçersiz ve bâtıl ilan etmesi Avrupa'da epey taraftar kazandı ve böylece basit bir din olan hırıstiyanlık yekdiğerine zıt olan üç kola ayrılmış oldu.
Katolik Avrupa'da Papa'nın mutlak otoritesine rağmen 12. ve 13. yy'da hırıstiyanlar arasında bid'atler artmaya başladı; Papa'nın sapma olarak gördüğü inanç ve düşüncelerin ortaya çıkıp giderek yayılmaya başlaması, başta bizzat papa olmak üzere bütün Katolikleri tedirgin ediyordu. Bu tür mezhep ve inançları önlemek amacıyla 1215'te papa'nın özel bir emriyle Fransa, İtalya, İspanya, Almanya , Polonya ve diğer hırıstiyan ülkelerin bütün şehirlerinde "engizisyon mahkemeleri" kuruldu. Papa'nın görüşlerine aykırı fikir ve inanç taşıyanlar bu mahkemelerde yargılandı.
Bu lanet olası mahkeme ve teşkilat, korkunç gücü ve nüfuzuyla harekete geçip düşünce ve inanç hürriyetini silindir gibi ezdi , kamuoyu tamamen sindirilmiş, korkunç bir hafakan ortamı oluşturulmuştu. Kilisenin inançlarına aykırı fikir ve inancı olduğu zannedilen insanlara akılalmaz cehennemi işkenceler uygulanıyor, darağaçları ve giyotinler ard arda can alıyordu. Hatta bazen ölüler bile yargılanıyor, çürümüş kemikler mahkemeye çıkarılıyordu. Will Dorant" Medeniyet Tarihi" adlı eserinde şöyle yazıyor.
"Engizisyon mahkemelerinin özel bir işleyiş ve yargı usulü vardı. Bir şehirde engizisyon mahkemesi kurulmadan önce kiliselerden bütün halka "iman" çağrısında bulunulur ve bilip tanıdıkları dinsiz, kafir, mülhid ve bid'atçileri kiliseye tanıtmaları istenir, insanlar en yakın akrabalarını, arkadaş ve komşularını ihbar edip ispiyonlamaya teşvik edilirdi.
İspiyoncuların kimliğinin gizli tutulacağı ve kilisenin himayesi altına alınacağı taahhüd edilir, bir mülhid veya zanlıyı bilip de haber vermeyen veya onu koruyanlar da dinsizlikle suçlanıp en ağır cezalara çarptırılırdı.
Ölüler bile dinsizlikle suçlanabiliyor, bu durumda ceset veya kemikleri mezardan çıkarılarak özel bir törenle engizisyon mahkemelerinde yargılanıyor, mal varlıklarına el konuluyor, mirasçıları mirastan mahrum bırakılıyor, bir ölünün dinsiz olduğunu ihbar edip şehadette bulunanlar o ölünün mal varlığının yüzde 30 ila 50'sine sahip oluyordu.
Çeşitli zaman ve mekanlarda uygulanan işkence ve verilen ceza usulleri de farklı ve vahşiceydi. Bazen suçluyu elleri arkadan bağlı olarak asıyor, bazen kıpırdayamayacak şekilde bağladıktan sonra boğazına su damlatarak boğuyor, kimi zamanda ellerini, kollarını ve ayaklarını sıkıca bağlayıp asarak ipin kemiklerine kadar işlemesini sağlıyorlardı[5].
Kilise bütün Avrupa'da tek otorite haline gelmişti artık. Almanya ve Fransa'da 10'dan fazla kral ve aristokrat tekfire uğradı, bu yüzden kimileri tahttan devrildi, kimileri de tövbelerini ilan etmek zorunda kaldılar. Almanya imparatoru dördüncü Henry, Papa'nın fermanını ciddiye almadığı için papa 7. Gregor tarafından 1075'te tekfire uğrayarak imparatorluktan azledildi. Henry , tövbecilerin giysisini giyerek papaya gitti, papa onu üç gün beklettikten sona huzuruna çıkarıp tevbesini kabul etti[6].
1140'da da kral 7. Lui, Papa ikinci İnocente'nin tekfirine uğradı, 1205'te İngiltere kralı Jan'la Papa 3. İnocente arasında anlaşmazlık çıktı, kral Jan papazlara saldırdı ve Papa onu tekfir etti. Çok geçmeden Jan şu fermanı çıkardı:" "Gaipten bir ses gelerek İngiltere ve İrlanda'nın bize hz. İsa'yla -s- onun havarileri ve velinimetimiz papa İnocente'yle onun Katolik haleflerinin emaneti olduğunu bildirdi. Bu nedenle bundan böyle sözkonusu ülkeleri papayla mukaddes pederler adına ve onların vekili olarak idare edeceğiz. Rum papazlarına her yıl iki taksitte olmak üzere , bin İngiliz gümüş lirası ödemeye karar vermiş bulunuyoruz. Biz veya bizden sonra gelecek olanlardan biri bu elyazı fermanına muhalefet edecek olursa egemenlik hakkını yitirmiş olacak ve tahttan indirilecektir."[7]
Marsel Kash şöyle yazıyor: "Ortaçağın bu zaman diliminde tam 5 milyon insan sırf papa gibi düşünmediği ve onunla aynı fikirleri paylaşmadığı için ya idam edildi, ya ölünceye kadar yeraltındaki karanlık ve havasız zindanlarda tutuldular. 1481-1499 yılları arasında yani 18 yıl zarfında engizisyon mahkemelerinin emriyle 1020 kişi diri diri yakıldı, 6860 kişi lime lime edildi ve 97023 kişi işkenceyle öldürüldü.[8]
Keza, Ortaçağ Avrupa'sında 350 bini aşkın bilimadamı engizisyon mahkemeleri tarafından diri diri yakıldı[9]. Ünlü Fransız yazar ve Şair Victor Hugo, kilise yetkilileriyle engizisyon mahkemelerini şöyle eleştirir: Kilisenin tarihteki yaşam seyri, insanoğlunun ilerlemesinde etkili olmayıp tarih sayfalarının gerisinde yeralmıştır. Kilise, sırf, yıldızların bulundukları noktadan yere düşmeyeceklerini söylediği için Pornili'yi kırbaçlayan zihniyettir; bu dünyadan başka daha nice sayıya gelmez dünyalar olduğunu söyleyip varlık aleminin sırlarını ima yoluyla anlatmaya çalıştığı için Campland'ı 27 kez hapis ve işkenceye mahkum eden zihniyettir, bu zihniyet, kanın damarlarda hareket halinde olduğunu ve hareketsiz kanın, damarların ölümü anlamına geldiğini ispatladığı için Harwey'e işkence etmiş, Tevrat'la İncil'dekinin aksine, yeryüzünün dönmekte olduğunu söylediği için Galil'eyi hapse tıkmıştır. Kilise zihniyeti Saint Poul'un Tevrat'la İncil'de varlığına hiç değinmediği bir beldeyi bulup ortaya çıkardığı için Kristof Colomb'u zindana atmıştır. Çünkü kilise nazarında yeryüzünün döndüğünü ve gökyüzü kanunlarını keşfetmek dinsizliktir, daha önce adından bahsedilmeyen yeni bir beldeyi keşfetmek imansızlıktır ve açıkça kiliseye savaş açmak demektir!.. Din kuralları adına Monti'yi, din ve ahlak adına Muller'i tekfir eden zihniyettir bu[10].
Kilise, müslümanlara karşı da bu güç ve nüfuzunu kullandı ve Beytulmukaddesi kurtarma bahanesiyle haçlı seferleri düzenleyip vahşi katliamlarda bulundu; 1095'te başlayıp 1270'e kadar süren haçlı seferleri 8 büyük savaştan sonra ardında bir kan seli bırakarak son buldu.
Papayla diğer hırıstiyan dinadamlarının kin, nefret ve cahilane taassupları bu savaşları tetikleyen ana neden olmuştur. Akla gelmedik Bizans oyunlarıyla Avrupa halkını müslümanlara karşı kışkırttılar. Haçlı savaşları başlamadan önce Papa 2. Urbin, önde gelen papazlarla piskoposların da katıldığı bir kongrede bütün islam alemine karşı savaş ilan etti, bütün papazlarla piskoposları, hırıstiyan halkı müslümanlara karşı tahrik etmekle görevlendirdi, kendisi de Fransa'da bütün çevresini savaş için kışkırttı.
Bir milyonu aşkın askerden oluşan ilk büyük haçlı ordusu, Beytulmukaddes'i ele geçirmek amacıyla harekete geçti. Bütün bir Avrupa'nın Asya'ya doğru sel gibi akması demek olan bu barbarlar ordusu önlerine çıkan heryeri ateşe verdi, yakıp yıktı, eline geçirdiği herşeyi yağmaladı, kadın-çocuk demeden rastladığı herkesi vahşice kılıçtan geçirdi, denize döktü, lime lime doğradı, asker-sivil, kadın-erkek, genç -ihtiyar, ayrımı yapmadan tam üç yıl boyunca bu barbarlar sürüsü oluk gibi kan akıttıktan sonra Beytulmukaddes'i ele geçirdi...Bu sırada, başlangıçtaki bir milyon haçlıdan sadece 20 bini kalmıştı. Hırıstiyan dünyası iç savaşlar, veba vb. salgın hastalıklar, yolları üzerindeki müslüman ve diğer kabile ve aşiretlerin direnişi sonucu bir milyondan fazla ölü vererek Beytulmukaddes'e girmiştir.
Hırıstiyanlık adına bu vahşiler sürüsünün işlediği canilikleri, bizzat ünlü Fransız tarihçi Gustav Lubon'dan aktarıyoruz:
"Haçlı askerlerinin bu savaşlar boyunca sergilediği inanılmaz vahşilik, cinayet ve katliamlar, onları yeryüzünün en sefil, en aşağılık ve en cani mahlukları olarak tarihe kaydetmiştir. Bu caniler güruhunun kendi dinlerinden olanlarla düşmanlarına karşı tavırları aynıydı; asker, sivil, çiftçi, kadın, erkek ve çocuk onlar için farksızdı, kim olursa olsun gözlerini kırpmadan öldürüyor, ellerine geçen herşeyi tam bir eşkıyalıkla yağmalayıp talan ediyor, her tarafı yakıp yıkmaktan zevk alıyorlardı.
Bu olaylara bizzat şahid olan rahip Robert'in anlattıklarından bir kesit aktaralım:
"Hırıstiyan ordumuz bütün yolları, dörtyolları tutmuş, hatta evlerin damlarını bile kontrole almıştı, yırtıcı aslan gibi herşeye saldırıyor, bebekleri parçalıyor, çocuk-kadın, genç- ihtiyar demeden herkesi acımasızca kılıçtan geçiriyor ve bütün bunlardan zevk alıyorlardı. Zaman kaybetmemek için birkaç kişiyi birden aynı anda birtek ipte sallandırıyordu, askerler buldukları herşeyi kapıyor, ölülerin karnını parçalayıp altın ve mücevher arıyorlardı. Haçlı komutanlarından "Buamun" sarayın avlusunda toplanan halkı sıraya dizdirdi, kadınları, erkekleri, ve çocukları hemen orada kılıçtan geçirip , sadece gençleri sağ bıraktı ve onları zincire vurdurup, köle olarak satmak üzere Antakya'ya esir pazarına gönderdi.[11]
Bu hunhar ve cani ordunun gaddar komutanı Godfro Adobiyen, papaya gönderdiği raporda şöyle yazıyor:
"Beytulmukaddes'te ele geçirdiğimiz müslümanlara ne yaptığımızı şöyle özetleyeyim: Askerlerimiz Süleyman mabedi ve revakta kan gölü oluşturdular; kan, atların dizine kadar ulaşıyordu."[12]
Hırıstiyanların haçlı savaşları boyunca müslümanlara reva gördükleri ve ortaçağ engizisyonlarının bilimadamlarıyla düşünürlere Avrupa'da yaptıklarının küçük örnekleridir bunlar.
Engizisyon mahkemelerinin bu inanılmaz baskı, işkence ve cinayetleri, sonunda Avrupa'nın düşünür ve bilimadamlarını galeyana getirdi, bu karanlık hafakan, zulüm ve işkence cenderesinden kurtulabilmek için kiliseye karşı yoğun bir savaş başlattılar.
Kiliseyle bilimadamları arasındaki bu mücadele giderek şiddetlendi; kilisenin bilimadamlarıyla düşünürlere uyguladığı bütün baskı, yıldırma ve yoğun sansüre rağmen pozitif bilimlerde günden güne yeni ilerlemeler kaydedildi. ve sonunda kilise iktidarı geri adım atmak zorunda kaldı. Böylece meydan bilimadamlarıyla , hür düşünce sahiplerine kaldı.
Hırıstiyan papazların masum halka uyguladığı bu yüzkızartıcı mantıksız şiddet ve barbarca baskılar birçok bilimadamının din ve dindarlıktan büsbütün soğumasına ve bütün dinleri inkar edip "dinin cehalet ve evhamdan yana ve bilimle düşünceye karşı olduğu" zannına kapılmasına sebep oldu.
Böylece, olan oldu ve onca yüz kızartıcı cinayetle onca fâcia; engizisyon mahkemelerinin din adına işlediği onca yozluk ve gaddarlık bütün semavi dinlerin temeline çok ağır bir darbe indirmiş oldu ve neticede dinler hakkında yeterince mütalaa ve bilgisi bulunmayan kimselerde bütün dinlere karşı yoğun bir nefret ve dindarlığa karşı da tam bir kötümserlik oluştu.
Kilisenin servet ve güç uğruna masum halka reva gördüğü şiddet ve baskılar Rusya'da da çok yoğun tepkilere yolaçtı ve bu ülkede komunizmin başarılı olmasında en büyük rolü oynadı. Ortamı müsait bulan ateistlerle komünistler dine karşı çok yoğun bir savaş başlattılar ve dini; "sermayedar kapitalistlerin, işçi sınıfını daha iyi sömürebilmek için kullandıkları bir araç" gibi göstererek din karşıtı propagandalarını artırdılar.
Fredof, bu gelişmeyi şöyle anlatır:
"Rusya'da kilise demek, taşınır ve taşınmaz servetinin haddi hesabı olmayan başlı başına dev bir çarlık demekti... Kilisenin gayri menkulleri milyonlarca hektara ulaşıyordu, bankalardaki hesaplarında yüz milyonlarca altın rubleye varan bir meblağ vardı; ormanlar, çiftlikler ve otlaklar geniş oranda kilisenin emrindeydi; ticaret, sanayi, zanaat, balıkçılık vb. dallardan astronomik gelirler elde ediliyordu.
Rusya'nın en büyük feodali, en büyük sermaye sahibi ve en büyük bankacısı olan kilise, bunca servet ve varlığına rağmen çiftçilerle köylüleri acımasızca sömürüyor, işçilerin biraz olsun daha rahat bir iş ortamı için attıkları her adıma gaddarca karşı çıkıyordu. Böylece kilisenin adamlarını "rahip kılığına bürünmüş kölelik yandaşları" olarak adlandıran işçilerle çiftçiler arasında kilise ve rahiplere karşı haklı bir nefret duygusu oluşmuş oldu"[13]
Evet , bir zamanların bu ölçüde gerici ve kör tutucu olan ve kendi efradınca "irtica" ve "yobaz" lığın mazharı olarak adlandırılan ve keza; birkaç sayfada özetlemeye çalıştığımız engizisyon mantığıyla gerçekten kendine has bir "parlak tarih"e(!) sahip bulunan hırıstiyanlık, sergilediği onca bilim düşmanlığına rağmen bugün temellerini sağlama alabilmek için bilim ve teknolojinin bütün imkanlarını hizmetine almış durumdadır.
Sırf Katolik kilisesinin dörtbinden fazla misyonerlik heyeti olduğunu bugün kaç müslüman bilir sahi?! Gayet sistemli ve teşkilatlı şekilde çalışan bu misyoner gruplar dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdadırlar; yeterince maddi imkanlarla donanmış olarak Kongo'dan Tibet'e , hatta Afrika'nın vahşi kabilelerine varıncaya kadar dünyanın en ücra köşelerine gitmekte ve sistemli bir şekilde hırıstiyanlığı propaganda etmektedirler. Sırf İngiltere kraliyet kilisesinin misyoner faaliyetlere ayırdığı yıllık bütçe 900 milyon dolara yakın bir rakamdır! Sırf bu rakamı bile biz müslümanların islamî tebliğe ayırdığımız bütçenin tamamıyla kıyaslamamız halinde fevkalade teessüfe kapılacağımız ortadadır.
Bugüne kadar İncil binden fazla lehçe ve dile çevrildi. 1937'de sırf üç İncil yayıncısının Amerika'da basıp yayınladığı İncil sayısı 24 milyon nüshadır.
Vatikan'da günlük olarak yayınlanan Oserfatory Romano gazetesi kilisenin yayınıdır aslında; günlük 300 bin tiraj basan bu gazeteye ilaveten Vatikan'ın tirajı milyonlara varan elliye yakın yayını vardır. Hırıstiyanlık merkezleri tarafından açılan ilkokul, ortaokul, lise, üniversite, klinik ve hastahane sayısı 32 bini aşmaktadır. Vatikan'nın dini yayınlar yaptığı birçok güçlü vericisi vardır, bunlardan biri Vatikan'dan, biri Adis Ababa'dan dünyanın dört bir yanına yönelik hırıstiyanlık propagandası yapmaktadır. Hırıstiyanlık çağımızda üç yöntemle propagandada bulunmaktadır. İncillerin tercüme edilmesi, kilise ve manastır yapılması ve dünyanın dört bir yanına misyonerler gönderilmesi.
Protestan hırıstiyanların da yoğun propaganda çalışmaları vardır. Readers Agest gazetesindeki şu yazı ilginçtir: "Kiliselerin eskiden topladıkları "Titin" denilen zekat veya öşür vergisi geleneğinin tekrar hayata geçirilmesi Amerika protestan kiliselerinin hem maddi , hem manevi açıdan canlanmasını sağlamıştır.
1950'den sonra en az on merkezde bu faaliyetler başlatıldı ve çok ilginç neticeler alındı. Birçok cemiyetlerde yapılan faaliyetler 2-3 kat arttı, kilise ve manastır hizmeti veren yüzlerce bina inşa edildi , yurtiçi ve yurtdışına gönderilen misyonerler takviye edildi. Hepsinden önemlisi, cemiyet azâlarının da bu tür hırıstiyan geleneklerini canlandırmanın ne kadar sevindirici ve önemli gelişmelere yol açtığını farketmiş olmasıdır.
Hırıstiyanlık teşkilatı ne yahudiden, ne budistten, ne de hindudan çekinir, çünkü bu üçü belli bir kavmin dini olmakla sınırlandığından, hırıstiyanlığa nüfuz edebilecek imkan ve güce sahip değildir. Hırıstiyanların korktuğu tek din, dost düşman herkesin takdirini kazanan ve canlı, cihanşümul ve kapsamlılığı herkesçe bilinen yüce islam dinidir. Papanın Vatikan'da tertiplenen başpiskoposlar konseyinin açılışında yaptığı konuşmada "Afrika'da hırıstiyanlık ve batıyı tehdit eden güç, komünizmden ziyade, islam dinidir." dediği bilinmektedir.
(Beş kıtadan gelen başpiskoposlarla papazların katıldığı bu uluslararası kongre her yüzyılda bir tertiplenir ve hırıstiyan dünyasının problemleri bu kongrede masaya yatırılır. Bu kongrenin son toplantısı papanın saltanat merkezi olan Vatikan'da, dünya kiliselerinin liderlerinden müteşekkil 7 bin başpiskoposun katılımıyla gerçekleşti.Bir yıl süren ve 2'şer aylık üç dönemde gerçekleşen bu kongrenin masrafı, bizzat kilise makamlarının resmi açıklamalarına göre 650 milyon İtalyan lireti oldu.)
Müslümanların tebliğ çalışmaları hırıstiyanlarınkine oranla sıfır denilecek kadar zayıf olduğu halde yüce islam dininin hak ve fıtrata dayalı yapısından kaynaklanan realitesi ve yapıcı çekiciliği nedeniyle bilhassa Afrika kıtasında hızla yayıldığı bilinmektedir. İslam dini, çilekeş siyahlar için en güzel sığınak ve mükemmel bir dayanaktır, kilise de bu tehlikeyi görmezden gelmemektedir tabii.
Belçikalı iki araştırma kurumunun raporlarına göre "20. yy'ın başlarında Kongo'nun belli bir bölgesinde yaşayan müslümanların sayısı dörtbini aşmıyorken bugün Kongo'nun Manima, Kiyovo ve Stanleywıll şehirlerinde bu rakam 236 bine ulaşmış durumdadır".
Paris'te yayınlanan Peru dergisi, Afrika müslümanları konusunda araştırma yapan Avrupa şarkiyatçılarından Morsel Karder'den iktibasla şöyle diyor:
"Bir zamanlar Afrika'da şehzadelerle sultanların dini olan islam, şimdi halk kitlelerinin dinidir artık; coşkun bir sel gibi köpürüp duran bu kitleler; daha insanca ve huzurlu bir hayat kurmak istemektedir şimdi... Afrika'da şüphe götürmez bir gerçek var, o da şudur: İslam, Kuzey Afrika'dan Güney Afrika'ya doğru hızla ilerlemektedir; inkar edilemez istatistik ve gerçekler, bunu onaylamaktadır."
Rio Dö Paris dergisi, Afrika'da yaşayan müslümanlar, hırıstiyanlar ve totemist putperestlerin istatistik rakamlarını aktararak müslümanların en yoğun nüfusa sahip olduğunu belirtmekte ve şöyle yazmaktadır.
"Afrika siyahlarının en az yarısı müslümandır, islam bu kıtada inanılmaz bir hızla yayılmaktadır. Her yıl yarım milyona yakın Afrikalı müslüman olmaktadır. Bu ilerleme islamın eski nüfuzunun devamı değildir, son yüzyılda ortaya çıkan yeni çağdaş ortamın ürünüdür."
1950'de El-Ezher üniversitesi mezunlarından dört kişi Mabako şehrinde islami bir okul açtı, bu okulun kaydettiği ilerlemenin hızı baş döndürücüydü, Fransa ürkerek hemen duruma müdahale edip bu okulu kapattırdı."
Nepal Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Vaciea Vaglieri şöyle yazıyor: "İslam ülkelerinde gayri müslimler tamamen hür ve serbest olduğu ve çağımızda müslümanların bu dinin propagandasını yapacak hiçbir kuruluş ve teşkilatları bulunmadığı halde ve dahası, son yıllarda dine vurulan büyük darbelere ve irtica vb. yaftalara rağmen islam dininin Asya'yla Afrika'da hiç durmaksızın gelişip yayılmasının nedenini anlayabilmek mümkün değildir. Bugün fatihlerin kılıcının islamın yayılmasını sağladığını söyleyebilmek mümkün değildir , bilakis, bir zamanlar müslümanların egemen olduğu ülkelerde bugün başka dinlerin devletleri iktidarda olup çok güçlü misyonerlik teşkilatlarıyla müslümanlar arasında güçlü propaganda çalışmaları yapmaktadırlar, ama bütün bunlara rağmen islamı, müslüman halkın günlük yaşamından ayırabilmek ve onları laikleştirebilmek halâ mümkün olamamıştır. Bu dinin yapısındaki o gizli mucizevi güç nedir sahi? İnsanları böylesine etkilemesinin nedeni nedir? İnsanların islama böylesine coşku ve sevgiyle sarılmalarının sebebi nedir? İnsan ruhunun derinliklerinde onu islama yönelten şey nedir?"
Hırıstiyanlar müslümanları mahvedebilmek için en iğrenç yollara başvurmaktan çekinmemektedirler.
Üstâd Muhammed Kutub şöyle yazmaktadır:
"İngilizlere ait bir gemicilik şirketinin Güney Afrika'da büyük kuruluş ve teşkilatları var, bu şirketin gemilerinde çok az sayıda Afrika'lı müslüman da çalışmadaydı. Bu hırıstiyan dev şirket, kendi bünyesinde bir avuç müslüman işçinin varlığına bile tahammül edemedi ve onları mahvetmek için çok iğrenç bir yola başvurdu; maaşlarının bir kısmını ödemeyip, karşılığında birkaç şişe içki verdi onlara! İslam dininde içki haram olduğu , alınıp satılması da aynı hükme girdiği için bu içki şişelerini aldıklarında kırıp atıyor, böylece gelirlerinin önemli bir kısmını çöpe dökmüş oluyorlardı. Müslüman bir avukat, onlara uygulanan zulmü öğrenince, dünyada başka bir örneği olmayan bu ödeme tarzını reddetmelerini, maaşlarının tamamının yine ödenmemesi halinde şirketten şikayetçi olmalarını önerdi. Ama bunu öğrenen şirket ne yaptı biliyor musunuz? Maaşlarını ödeyeceği yerde, bütün müslüman çalışanlarının hepsini işten attı"[14] Evet, Avrupalının ikide bir atıp tuttuğu medeniyet ve hümanizminin manası işte budur!
Bugün Afrika'da müslüman mübelliğler için çok geniş bir ufuk ve hazır bir ortam vardır şimdi, Müslüman tebliğciler ciddi ve kararlı bir çalışma başlatacak olurlarsa Afrika'da kitleler hızla islam dinine girecektir. Afrikalılar, ırk ayrımı gözetmeksizin, hayatın maddi ve manevi boyutları arasında makul bir denge ve uyum sağlayan, toplumda eşitlik ve kardeşliği pekiştirip insanları barış, hürriyet, huzur ve hakikate çağıran bir dinin arayışı içinde yaşamaktadırlar. Hırıstiyanlığın bu ihtiyaca cevap veremeyeceği ve bu açılardan tamamen yetersiz ve fakir olduğu bilinmektedir. Bizzat kilise ırkçılık yapıp ayırım gözetmekte, insanlar arasında nifak ve kin tohumları serpmekte ve beyazlarla siyahların aynı kilisede ibadet etmesine bile izin vermemektedir! Kısacası hırıstiyanların siyahlara karşı takındığı tavır, insanca değildir.
Kongo'nun öldürülen bağımsızlık lideri Patris Lomamba, Paris'te yayınlanan bir gazeteye verdiği bir yazıda şöyle demekteydi. "Bize okullarda hırıstiyanlığa saygı duymamız gerektiği öğretilir, bunun nedenini bir türlü anlayabilmiş değilim, çünkü Avrupa'lılar okul dışında her ahlaksızlığı işliyor, insanlık ve medeniyetin bütün kurallarını ayaklar altına alıyorlardı... Okulda bizlere öğretilenlerle, Avrupalıların siyahlara gösterdiği davranış ve tutum arasında çok bâriz bir fark vardı".
Hırıstiyanlar islamın Afrika'daki gelişmesinden rahatsızlık duymakla kalmamakta, Amerika'da da hırıstiyan siyahların hızla müslüman olmasını görmek, misyonerleri çileden çıkarmaktadır. Bu nedenle de onların bütün çalışmalarını alt -üst edip hayatlarını karartabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktadırlar. Amerika'da siyahların aleyhinde propagandada bulunmayan yayın yok denecek kadar azdır. Hatta Amerika senato meclisinde birçok senatör kürsüye çıkıp açıkça müslüman siyahlara saldırmakta ve ABD başkanının, müslüman zencilere ait bütün kuruluş, okul ve dernekleri kapattırmasını istemektedir.
Müslüman zencilerin önünü tıkamak için yapılan bütün bu girişimlere rağmen onlara katılanların sayısı günden güne artmakta, kurumları, faaliyetleri ve örgütleri günbegün güçlenmektedir. Bugün Amerika'nın 27 eyaletinde 70'ten fazla şubeleri vardır, Şikago'yla Detroit'te iki büyük islam kültür merkezleri bulunmaktadır; birçok cami vb. kurumlar inşa etmişlerdir; "Muhammed'in s.a.v sözleri " adlı bir de gazete yayınlamaktadırlar. Amerika'daki bazı şehirlerde yürüyüş ve gösteri yaptıklarında dînî içerikli flama ve pankartlar taşımakta, en ön safta kelime-i şehâdet yazılı bir tabloyla yürümektedirler.
Zenci müslümanlar dinlerine çok bağlıdırlar; kadınları islami örtünme hususunda çok dikkatlidirler, et ve diğer gıda maddelerini, ayyıldızlı tablolarıyla göze çarpan müslüman kasap ve mağazalardan temin etmeye özen gösterirler, arapça öğrenmeye pek meraklıdırlar, tahsil eden öğrencilere Kur'an dilini öğrenmelerini tavsiye ederler, bu kesimde hırsız, cani ve benzerine rastlanmaz; hatta bizzat islam düşmanlarının da itiraf ettiği gibi, kötü alışkanlıkları olan zenciler müslüman olduklarında bütün kötü alışkanlıklarını bırakmakta ve fevkalade olumlu bir değişim yaşamakta, inançlarında pek sabit ve azimli olmaktadırlar.
Afrika'da faaliyet gösteren misyonerler, zencilerin ilerleyip gelişmesini ve kendileri gibi biri olmasını istemez asla, bilakis, onların kiliseye ve ecnebi ülkelere bağlı birer kulağı küpeli hizmetkârlar olmasını isterler. Bu gerçeği bizzat Westerman'dan dinleyelim:
"Bir zenci islam dinine girdiğinde hemen toplumun en aziz fertlerinden biri oluvermekte, kısa zamanda kendine tam güven duymakta, çabucak konumunun idrakine varıp cihanşümul bir üye olduğunu farketmekte ve Avrupa'lılarla irtibatını belli ölçü ve sınırlar çerçevesinde tanzim etmesi gerektiğini anlamaktadır; daha önce toz toprak içinde sefil bir hayat sürdüren ve sürekli aşağılanan zenciler müslüman olduklarında bu dinde tam bir insani konum kazanmakta ve Avrupalıların bile saygı gösterdiği bir birey olmaktadırlar.
Ama totemizmi terkedip de hırıstilyanlığa giren bir zenci, islam dinine giren bir zencinin tamamen tersi bir durumda buluvermektedir kendisini, çünkü bir kere , biz hırıstiyanlar zencilerden kendimizi üstün gören bir ilkeyi temel prensip etmiş ve onlardan ayrı tutmuşuz kendimizi, bu nedenledir ki siyahlar bizim medeniyetimizin gerçek yüzüyle tanıştıklarında bunu bir türlü anlayamamakta , kabullenememektedirler. Biz halâ siyahlara, onların da birçok seçkin özellikleri olduğunu söylemiş değiliz, bunu kendileri de bilmiyor henüz... Çünkü biz, siyahların kültür ve medeniyetine zerrece önem vermiş ve onların da kalkınmasını sağlayıp buna binaen onların kültür ve medeniyetini kendi kültür ve medeniyetimizin seviyesine yükseltmeye çalışmış değiliz asla... Biz ne zaman zenciden sözedecek olsak, onu hep olumsuz ve aşağılayıcı ifadelerle takdim etmişizdir Avrupa'ya; bizden biri olduğunda da "çirkin Avrupalı" demiş ve hiçbir zaman içimize sindirememişizdir onu... Ama islam dini onu tanımladığında "islam dininde saygın olan ve diğer fertlerle aynı haklara sahip bulunan onurlu bir Afrikalı olarak tanımlıyor onu. Hırıstiyanlığı kabul etmiş medeni bir Avrupalı zenciye bakınız; islamın bir zenciye tanıdığı haklar ve yaradılışı itibariyle onu diğer bireylerle tamamen aynı ve eşit gören sosyal konuma sahip değildir asla!..
Birçok Avrupalının nazarında hırıstiyanlığa girmiş olsa bile, dindar bir Avrupa'lı zenciyle, toz-toprak içinde yaşayan putperest bir zencinin hiçbir farkı yoktur, her ikisi de aşağılıktır, çünkü her ikisi de zencidir... İşte bu tipler, müslüman olan siyahların, hırıstiyan olan siyahlardan çok daha üstün konumda olduğunu bilfiil gün ışığına çıkaran katalizör rolünü oynamaktadırlar. Nitekim bu bakış tarzı nedeniyledir ki hırıstiyanlaştırılmak için eğitilip yetiştirilmiş ve hırıstiyanlaştırılmış bulunan siyahların çoğu, son yıllarda islam dininin en hızlı tebliğcilerine dönüşmüşlerdir... Afrikalı siyah hırıstiyanlar Avrupa'lı beyaz dindaşlarıyla hiçbir zaman eşit tutulmayacaklarını bildikleri için islamı tanır tanımaz müslüman olmakta ve Afrikalılar için en ideal dinin islam olduğunu çabucak farketmektedirler"...[15]
islam ve bati medeniyeti: seyyid mucteba musevilari: kitabindan alintidir
Yorum