Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Allah ve Zer Âlemi (3)

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Allah ve Zer Âlemi (3)

    ÜÇÜNCÜ NAZARİYYE

    Zer alemi hakkında ‘el-Mizan’ adlı tefsirin müellifi Büyük Üstad Allame Tabatabai’nin de bir görüşü ve açılımı bulunmaktadır. Üstadın misak ayetini tefsir ederken bu savını ileri sürmüştür. Biz O’nun sözlerini ve açıklamalarını dokunmaksızın buraya alacağız. Ancak Üstad’ın sözlerini aktarmadan önce bazı noktaların açıklığa kavuşması gerekmektedir. Bu noktaları sunalım.

    1- Zaman, zuhurluğu tedrici olarak zahirdir. Zaman dilimleri –zaman hükmen hadis olması itibariyle- bir mekânda toplanmaları mümkün değildir. Bu hassiyyet/özellikle açıklık özelliğini, tedrici hudusu/oluşu, zaman kesitlerini ve zaman yönünden ayrışmayı kasd etmekteyiz. Bu sadece zaman hass değildir. Aksine her hadis olan şeyi kapsar ve zaman olgusu içinde gerçekleşen bütün zahir hadis olan olayları kapsar.

    2- Kevn aleminde gerçekleşen olaylar bizim zaman anlayışımıza göre üç kısma ayrılır.

    - Mazinin (geçmişin) olayları
    - Şimdiki zamanın olayları
    - Geleceğin olayları

    Her adisin zaman ve mekân olmak üzere iki ayırtacı bulunmaktadır. İnsan zaman kuşağı kapsamında yaşayan insanın bir bakışta bütün olaylara bir defada şahid olması mümkün değildir. Hepsini kendi katında toplaması mümkün de değildir.

    Fakat olaylara zaman ve mekân kuşağının üstünden bakan ve bütün zaman kesitlerine bakan bir zat için hepsi aynı açıklıktadır. Buna göre O zatın katında mazi, hazır ve müstakbel kavramları olumsuzlanmış olur.
    Bu açıklamaların somutlaşması ve zihin tarafından daha net olarak algılanabilmesi için bazı örnekler sunalım.
    3- Biz bir odada oturan bir şahsı ve bu şahsın küçük bir aralıktan odanın dışına baktığına ve bu bakış esnasında bir deve sürüsünün buradan geçtiğini düşünelim. Bu şahsın her bir zaman diliminde sadece bir deve gördüğü doğruluğu kabul edilen bir şeydir.

    Ama bu şahsın söz konusu odanın üstüne çıktığını düşünelim. Bu şahıs bir bakışta bütün develeri görecektir. Odanın aralığından baktığında her bir zaman diliminde görmüş olduğu bir deveye karşılık şahıs bu yüksekçe yerden bir deve değil deve sürüsünü topluca görecektir.

    Zamanın bir kesitine hapsolmuş olup da gördüğü olayları değerlendiren bir kimsenin durumu da aynı şekildedir. Bu zat da aynı şekilde olayları ancak tedrici olarak görecektir.

    Ancak bu kuşağın üstünde olaylara bakabilen bir kişinin bütün şeyleri ve hallerini aynı mekânda ve bir defada görebilmesi mümkündür. Bu durumda bakan kimse geniş bir alana bakan kimse gibidir.

    4- Renkli bir seccadenin üzerinde yürüyen bir karıncayı tasavvur edelim. Bu karınca nazarının sınırlı ve görüş ufkunun kısıtlı oluşundan dolayı her bir zaman diliminde sadece bir rengi müşahede edecektir.
    Ama insan geniş bir nazardan faydalanarak bir bakışta bu seccadedeki ve sergideki bütün renkleri görecektir.

    5-Kendimizi büyük bir nehrin kıyısında oturmuş bir haldeyken suya baktığımızı ve suyun akıntısını ve dalgalanmasını izler bir halde olduğumuzu varsayalım. Biz bu durumda ancak bu büyük nehrin bir kısmının akıntısını, suyun bir bölümünü ve bir bölümünün dalgalanmasını görebiliriz.

    Fakat aynı büyük nehre bir uçaktayken baktığımızda ise büyük nehrin daha değişik ve büyük yönünü, suyun akıntısının daha geniş bir bölümünü ve dalgalanmalarının daha geniş bir bölümünü görürüz.
    Bu açıklamalardan olayların uzaklığı ve yakınlığı o zaman kuşağında yaşayan kimse için olabildiği mümkün olur. Zaman olayları yakınlaştıran ve uzaklaştıran bir olgudur. Zaman ve mekân olgusunun üstünde yaşayan mevcudat hakkında ayrıcı bir zaman ve mekân olgusundan bahsetmek söz konusu değildir.
    6- Bu âlemin zaman kuşağında yaşayan insan ve insanın dışındaki diğer varlıklar için iki vecih bulunmaktadır.

    1- Allah’a nispetle bir yön

    2- Zamana nispetle bir yön


    O, bir cihetiyle Allah ile irtibat halindedir. Allah-u Teâlâ için gaip olma gibi durum söz konusu olmayıp, Zat-ı Akdes her şeyi kuşatmaktadır. Aynı şekilde Allah’ın onlardan gaip olmaması gibi. Onlar da Allah’ın sahasından ve ilminin kapsamının dışında değildirler. Hatta bütün kâinat –mazisi ve müstakbeli olmaksızın- Allah katında hazır durumdadırlar.

    Bu şeylerin bütün hepsinin O’nun tarafından yaratılmış ve vucuda getirilmiş olduğuna göre böyle bir açıklamanın ve yönünün dışında olması nasıl mümkün olabilir. Yaratılmış olan hiçbir şey sahibinden gaip olamaz. İmam Zeynü’l-Abidin(as)’ın duasında da buna işaret bulunmaktadır.
    ‘Ey İlahi! Yarattığın şeyler senden nasıl gizli olabilirler!? Yarattığın şeyler senden nasıl eksik olabilir? Tedbirini yaptığın şeyler senden nasıl gaip olabilirler ki? (1)

    Fakat bu mevcudat zaman kuşağında yaşamakta ve bu zaman olgusuyla yoğrulmuşlardır. Bundan dolayı değişik olaylar, farklı cüzler ve çeşitli durumlar zaman fasılları arasında şekillenerek ortaya çıkmaktadırlar. Ancak değişik etkenler Huzur-i İlahi’nin onlar katında oluşunu engellemektedir. Allah katında onların huzurunu değil. Allah ile onların kalben Allah’ı görmeleri arasında engelleyici bir hicap bulunmaktadır.
    İşte bu muhasebede Üstad Tabatabai alemi iki kısma ayırmaktadır.

    - Batın
    - Zahir


    Bütünü varlık alemin batını, ayrı cüzi varlık alemin zahiri olmuş olur.
    Üstat Tabatabai bu iki veçhi ispat etmek için bazı ayetlerden istidlal eder. ‘Kün feyekun’ ayeti bu iki yöne işaret etmektedir.

    Cemi ve Tedrici.

    O, der ki: ‘Kün/ol’ sözcüğü âlemin bir defadan var oluşunu işaret etmektedir. Özellikle de ayetin bu bölümünü Kamer Süresinin ‘Bizim buyruğumuz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir’ (54/el-Kamer/50) bu ayetiyle birlikte düşünüldüğünde emrin bir oluşunun anlaşılması daha da kolaylaşıyor. Ancak bununla kast edilen sadece ayrışma ve derecelenme olmaksızın bütün olayların bir mekânda varlık sahasına bir defadan çıkmasıdır. Bundan sonra ‘kün’ hitabı yöneltilmektedir.
    ‘Feyekunu/o da derhal oluverir.’ Cümlesi tedriciliği aktarmaktadır. Peyderpey oluş bu âlemde tedricilik ve ayrı ayrı zahirliğe işaret etmektedir.

    Takrir ettiğimiz bu açıklamalardan söz konusu ayetin vermek istediği mesajı elde ediyoruz. Misak ayeti vücut haline ve kendisine hiçbir şeyin gaip olmadığı Hazret-i Zü’l-celalin katındaki bir defada oluş yönüne bakmaktadır. Sanki bütün Adem oğulları alınmış, babalarının sırtlarında toplanmış ve Allah katında huzura çıkartılmıştır. Doğal olarak bu durumda her insan Rabbi’ni hazır bulacaktır. O’nun vicdanı Allah’ın varlığına ve rububiyyetine açık bir delildir.

    Fakat insanın zaman kuşağında yerleşmiş olması, hayatın çeşitli yönlerinin onu nefsini hatırlaması noktasında meşgul edip alıkoyması Huzur-u Billah bilgisi noktasında gafil kılmıştır. Diğer bir ifade ile O’nun huzurdan kaynaklanan Allah’ı bilmesini engellemiştir.

    Allame’nin Mizan adlı eserindeki ifadeleri aşağıya aktarıyoruz.

    Ayrıca, "Kâinatta var olan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim katımızdadır ve biz her şeyi belirli bir ölçü ile indiririz." (Hicr, 21) ayetinde yüce Allah bildiriyor ki, her şeyin O'nun katında miktarla sınırlanmayan geniş çaplı bir mevcudiyeti vardır. O, ancak varlıkları dünyaya indirirken onları miktarlarla sınırlandırıyor. Buna göre insanlık âleminin de bütün geniş çaplılığına rağmen O'nun katındaki ana kaynakta miktarla sınırlı olmayan bir ön mevcudiyeti vardır ve onu miktara bağlayarak bu âleme indirmiştir.

    Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah bir şeyin olmasını istediğinde o şeye yönelik buyruğu, sadece ona 'Ol' demektir; o da hemen oluverir. Her şeyin hükümranlığı (melekûtu) elinde olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir." (Yâsîn, 83), "Bizim buyruğumuz, göz kırpması kadar kısa sürede gerçekleşen bir tek sözdür." (Kamer, 50) Gerek bunlar, gerekse bunlara benzer ayetler şunu kanıtlıyor: Aralarında insanın da bulunduğu şu varlıklar için söz konusu olan tedricî varoluş, Allah'ın varlıklara akıttığı "ol" sözü ile bir defada yansıttığı tedricî olmayan bir emrinden ibarettir. Şu varlıkların varoluşlarının iki yüzü vardır. Biri dünyaya dönüktür. Bu yüzün hükmü, tedricî olarak kuvveden fiile ve adım adım yokluktan varlığa geçerek meydana gelmektir. Bu yüzü ile varlık, önce eksik olarak ortaya çıkar, arkasından yavaş yavaş gelişir, sonra yok olup Rabbine döner. Varlığın diğer yüzü ise, Allah'a dönüktür. Varlığın bu yüzü için tedricîlik yoktur, sahip olduğu her şeye varoluşunun başlangıcında sahiptir ve onu fiile sevk eden hiçbir güç taşımaz.

    Bu ikinci yüz, aynı varlığa ait olmakla birlikte daha önceki yüzden başkadır, bu yüzün hükmü o yüzün hükmünden farklıdır. Fakat bu yüzün tam olarak kavranabilmesi, özel ve latif bir yeteneğin varlığına muhtaçtır. Biz bu meseleyi daha önce biraz incelemiştik. İnşallah ileride onu daha geniş bir şekilde anlatacağız.

    Bu ayetlerden çıkan anlama göre insanlık âlemi sahip olduğu geniş çaplılığın yanı sıra Allah katında toplu bir varoluşa sahiptir. Bu varoluş onun Allah'tan olma yönüdür. Allah onu her insan ferdine bahşeder. Bu varoluşta insan fertleri ne birbirlerinden, ne Rablerinden ve ne de Rableri onlardan gaip değildir. Fiil failinden nasıl gaip olabilir veya eser sanatkârından nasıl ayrı ve kopuk olabilir?

    İşte yüce Allah'ın, "Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekutu-nu (Allah'ın onlar üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanatını) gösteriyorduk ki (müşriklerle tartışırken kanıt getirebilsin ve) kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) ayetinde "melekut" diye adlandırdığı ayetinde işaret ettiği varlık tezahürü budur.
    Varlığın biz insanlar tarafından gözlenen bu dünyaya dönük yüzüne gelince, insanlık âleminin bu yüzü fertten ferde farklılık gösterir, durumlar ve davranışlar zaman dilimlerine bölünerek dağılır, gecelerin ve gündüzlerin birbirlerini kovalamalarına uyarlanırlar. Varlığın bu yüzünde insan ile Rabbi arasına perde girer. Bunun sebebi, insanın maddî hazlara ve yeryüzü kaynaklı somut lezzetlere yönelmesidir. Varoluşun bu yüzü az önce sözünü ettiğimiz varoluşun uzantısıdır ve ondan sonra gelir. Bu varoluşun o varoluşa göre konumu, onun uzantısı olma bakımından, "Ona 'Ol' demektir; o da hemen oluverir." (Yâsîn, 82) ifadesindeki "Ol" emri ile "o da hemen oluverir" fiilinin ifade ettiği iki konumdur.

    Bu söylediklerimizden açıkça anlaşılıyor ki, şu dünyaya dönük insan varoluşunun öncesinde bir başka insan varoluşu vardır. O varoluş bu varoluşun aynısıdır. Yalnız o varoluşta bulunan fertler ile Rableri arasında perde yoktur. O varoluşta insanlar kendilerini görme aracılığı ile Rablerinin birliğini gözlemlerler. Bu gözlem, istidlâl (delillere dayanmak) yolu ile olmaz. Çünkü onlar o varoluşta O'ndan kopuk, O'nu kaybetmiş değillerdir. Orada O'nu ve O'nun tarafından gelen bütün gerçekleri kabul ediyorlar. Şirk pisliği ve günah kirleri ise bu dünyaya dönük varoluşun hükümlerindendir, o varoluşun hükümlerinden değildirler. Çünkü o varoluşta sadece yüce Allah ile var olan O'nun fiili vardır. Bunları iyi anlamak gerekir.

    Eğer bu ayetleri inceledikten sonra, "Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden soylarını almıştı." ayetine dönerek onu yeniden irdelerseniz şunu görürsünüz: Bu ayetlerde ana hatları ile işaret edilen gerçek bu ayette ayrıntılı biçimde vurgulanıyor. Bu ayette insan fertlerinin birbirlerinden ayrılarak, birbirlerinden çıkarılarak kendilerine şahit tutulduklarına ve bu varoluşun öncesinde yer alan bir varoluşa işaret ediliyor. O varoluşta birbirinden ayrılıp kendilerine şahit tutulan fertlere "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusu yöneltilmiş, onlar da bu soruya "Evet, şahidiz." karşılığını vermişlerdir.

    Bu ayeti rivayetlerden çıkardıkları anlam doğrultusunda tefsir eden zer âlemi savunucularına yukarıda yöneltilen itirazlar bizim bu açıklamamıza yöneltilemez. Çünkü bu açıklama, diğer ayetlerin verdiği anlamla örtüşmektedir. Ayrıca bu açıklamanın varlığını savunduğu önceki varoluş, dünyadaki insanî varoluştan zaman bakımından ayrılmıyor. Tersine önceki varoluş dünyadaki varoluşla birliktedir ve onu kuşatmaktadır. Fakat dünyadaki varoluşa karşı "ol der, o da oluverir." ayetinde ifadesini bulan bir öncelik taşımaktadır. Bu öncelik hakkında daha önce sözü edilen sakıncalar ileri sürülemez.

    Zer âlemini inkâr edenlere yöneltilen itirazlar da bizim bu açıklamamıza yöneltilemez. Onlar bu ayeti insan türünün bu dünya yaratılışındaki varoluşunun durumu olarak tefsir ediyorlar. Biz de onlara bu tefsirin, "Hani Rabbin... almıştı." ifadesi ile uyuşmadığını hatırlatarak görüşlerine itiraz ettik. Ayrıca onlar şahit tutmayı Allah'ın varlığını tanıtma anlamında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabını hâlin delâleti olarak, "Evet, şahidiz, demişlerdi." ifadesini de hâl dili ile ifade etme anlamında yorumlamışlardır. Oysa bizim açıklamamıza göre olayın ortamı, dünyadan önceki ve onun dışında bir ortamdır. Şahit tutma ve hitap da gerçek anlamlarındadır.

    Yine bizim açıklamamızda ayete taşımadığı bir anlam yüklendiği de ileri sürülemez.

    BU NAZARİYYE ÇERÇEVESİNDE SORULAR

    Bu nazariye çerçevesinde ortaya atılmış ve cevaplanması gereken sorular bulunmaktadır. Bu sorulara tam bir cevap verilmediği müddetçe bu nazariyeye güvenilmesi mümkün değildir. Bazı soruları sunmaktayız.
    1- Hiç şüphesiz bu âlem zaman ve mekânı kuşatan bir şahsın bakışıyla tecelli edebilir. Zaman ve mekândan tarafından sınırlandırılmış ve hapis edilmiş bir şahsın kuşatıcılığı söz konusu değildir.
    Diğer bir ifade ile bu âleme iki manzaradan bakılması mümkündür.

    A- Zaman ve mekânı kuşatan bir manzaradan bakılması
    Bu manzaradan bakış için farklılık ve ayrışma söz konusu değildir. Aksine eşyaların varlığını külli bir şekilde ve zahirleriyle görür.

    B- Zaman ve mekân tarafından kuşatılan bir bakış açısıyla bakış.

    Bu manzaradan olaylar ve zahirleri sadece farklı farklı dağınık bir şekilde peyderpey görülür.

    Fakat bu genişlikteki ve darlıktaki bu farklılık görünen şeydedir. Acaba gören kişi için bu darlık ve genişlik söz konusu mudur? İlk surette bakan bir kimsenin bakışı bu vüsatta fakat ikinci surette bakıcının bu kudreti bulunmamakta mıdır?

    Yoksa bu farklılık zahirlerin ve olayların kendisiyle i ilişkilidir.
    Hiç şüphesiz bu farklılık kevnin, hadiselerin ve zahirlerin zatıyla alakalı olmayıp asine zaman ve mekânı kuşatan kimsenin bakışının genişliğiyle alakalıdır. Bu genişlik yukarıda geçen örnekler olduğu gibi sanki seccadenin üzerindeki renkleri ve sergiyi, nehirdeki dalgaları ve hareketleri ve deve sürüsünü kuşatış gibidir.

    İkinci şahıs için böyle bir rüyet genişliğinden bahsetmek söz konusu değildir. O şahıs sadece tek bir olayı ve hareketi görebilmektedir. Örnekler bağlamında açıklayacak olursak bir dalgayı, bir devenin geçişini, seccade üzerindeki bir rengi görüyor gibidir.

    Bu açıklamadan âlemin iki neşetinin ve veçhesinin olmadığı ortaya çıkmaktadır.

    - Batın isminin neşeti
    - Zahir isminin neşeti.


    Diğer bir ifade ile zahirlerin ve hadiselerin iki merhalesi bulunmamaktadır.

    -Bir defadan külli varlık safhası.

    -Tedrici varlık safhası.


    Aksine -hakikatte- zahirin iki gerçekleşiş ve iki var oluşu değil tek bir varoluşu ve vücudu bulunmaktadır. Bazen toplu bir halde görünür. Bazen de müteferrik halde görünür.

    Görüş ayrılığına ve ihtilafa gelince ise –ki varsa- bu olayı mülahaza eden kimsenin kudretine, bakışının genişliğine ve darlığına bağlıdır. Hadiselerin ve zahirlerinin zatlarına yönelik değildir.
    2- Hadiselerin ve zahirlerin Allah katındaki huzuru Allah’ın bütününü bildiğine delildir. Çünkü ilmin hakikati, âlimin katındaki malumun bulunuşundan başka bir şey değildir. Alemin mevcudatı Sübhan Teala’nın fiilinden ve Onunla kaim olmasından dolayıdır.

    Bu huzurun neticesi Allah’ın bilmesinden başka bir şey değildir. Ancak bu huzurun benzeri mevcudatın bilgisine delalet etmemektedir.

    Diğer bir ifade ile ayetin hedefi Allah’ın Ben-i Adem’den rabblığı hususunda ikrar alındığını ve bu mevcudatın Allah katında huzur yönüyle bulunduğuna şehadet edildiğini beyan etmek ise Allah’ın ilminin bu mevcudatı ve hadiseleri bildiğini gerektirir. Bu mevcudatın ve hadiselerin Allah’ı bildiğini değil. Bu durumda ayette geçen şahadet ve ikrarın kullanılmasının hiçbir gerekçesi olmaz.

    Bazen de eşyanın Allah katında bulunuşunun Allah’ın onları bildiği ve onların da Allah’ı bildiği tasavvur edilir. Fakat böyle bir düşünce hatalıdır ve bir vehimdir. Sağlam bir tasavvuru da ifade etmemektedir. Çünkü huzur ancak Allah’ın bir şeyi kaim etmesi ve O şeyi kuşatması durumunda bilgiyi gerektirir. Bu kıstas Allah-u Teâlâ da vardır. Çünkü O kayyumdur. Ancak mevcudat için böyle bir kıstasın olduğunu söylemek imkânsızdır. Çünkü onlar kuşatılmışlardır ve Allah ile kaimdirler. Yani Allah’ı kuşatmış değildirler.

    3- Misak ayeti için yapılan bu tevcih ve tefsir genel zihinlerden uzaktır. Böyle bir yoruma tefsir demek mümkün değildir. Aksine belki tevil denilebilir. Tevil denilmesi tefsir denilmesinden vakıaya daha uygun düşmektedir.

    Gerçi ifade ettiği gibi ayetteki bazı boyutları gözler önüne serse de boyutlar sadece tek bir tane değildir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir. Bu ayetin ‘Kendi nefisleri aleyhine şahit tutarak’ bölümleri ve benzerleri böyle bir yorumla uyuşmamaktadır. Çünkü ne şahadet alınmasına ne de ikrara bir açıklık getirmiştir.
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X