"Biz Mezhepler Arasında Vahdet ve Takribe İnanıyoruz, Mezhepçiliği ve Tahripçiliği Reddediyoruz."
"Molla Mansur Güzelsoy"
1979’da İran’da İslami bir devrim gerçekleştikten sonra, genelde İslam ülkelerinde, özelde de Ortadoğu’da Sünni mezhebi adına, Şii mezhebine karşı ciddi faaliyetler, propagandalar yürütülmekteydi. Kısmen de olsa hayatiyetini halen sürdürmekte olan bu faaliyetler, eskiye nazaran, ciddi bir etkinlik göstermemektedir.
Biz, o zaman bu cereyana karşı çıktık ve şunu dedik; Bugün İslam coğrafyalarında mezheb sorunundan önce, İslam’ı hakim kılma sorunu var. İslam olmadan mezheb düşünülemez. Çünkü İslam, İlahi vahyin usulü (esasları), mezheb ise o esasların şer’i deliller çerçevesindeki yorumudur. Bir şeyin asılı yok iken fer’inden (dalından) bahsetmek ve bu da yetmezmiş gibi kavga etmek, abestir ve emperyalizmin bir oyunudur.
Mezhepler tarihinde, şu ana kadar yürütülen mezhebi kavga ve mezhebi taassubtan doğan tartışmalardan dolayı, -istisnai durumlar hariç- hiçbir kitle ve cami’a, inandığı mezhepten dönüp muhalif bir mezhebi kabullenerek ortaya çıkmamıştır. Bilakis daha katı bir taassub oluşmuş ve ümmetin gücüne ve birliğine karşı sed teşkil olunmuştur. İşte ben, vahdet ilkesi doğrultusunda hareket ederek, şi’i mezhebine karşı oluşan/oluşturulan sünni taassuba karşı çıkarak Tevhid dergisinin 1991 yılının bazı sayılarında vahdet çerçevesinde birkaç makale yazdım. Amaç şi’ileşmek veya şi’ileştirmek değil!... Belki tüm mezhebi ilkeler üzerine çizgi çekip unutarak, İslami ilkelere ve nizama yönelmek ve mezhebler arasında tefrik ve tahribi değil, vahdet ve takribi (yakınlaştırmayı) sağlamaktı. Ama maalesef, bazı Müslüman kardeşler bilerek veya bilmeyerek yanlış yoruma kalkıp “Efendim bu sunniliğe karşı cephe açmaktır. Şi’iliği benimsemektir. Amaç takiye kullanarak kendisini gizlemektir.” Diye şahsımı itham etmişlerdir. Bu konuda zulüm ediyorlar gerçekten! Hemen açık bir şekilde ifade edeyim ki; ben, Şafi’i mezhebindenim, İslami mezhebler arasında Şafi’i mezhebini tercih etmişim, ama mutaassıb da değilim. Diğer mezhebler yanında sahih sünnet varsa delile tabi oluyorum. Bununla beraber, dört mezhebin meşru ve İslami mezheb olduğuna inandığım gibi, Ca’feri ve Zeydi mezheblerinin de meşru ve İslami mezheb olduğuna inaniyorum. Bir mezhebin meşru’iyyeti ayrı bir şey, o mezhebe tabi olmak başka bir şeydir. Meşrü’iyyetlerini redden herhangi bir hüccet-i şer’iyye (şer’i delil) yok. Ama mezhebi taassuba, mezhebi kavgaya karşıyız. İster İslami cami’alar arasında olsun, ister herhangi bir cami’anın bünyesinde olsun, her türlü mezhepçiliği reddediyoruz. Biz ancak mezhebler arasındaki takribe inanıyoruz, tahribe değil!.. Takrib yakınlaştırmadır, uzaklaştırma değil, ortak ilkeler çerçevesinde bir yakınlaşmadır. İhtilaf noktalarını unutarak bir vahdet gerçekleştirme anlayışıdır. Takrib; Sünniliği şi’ilik bünyesinde, ya da şi’iliği Sünnilik bünyesinde bir eritme planı değil ve birini diğerine karşı harekete geçirerek tek alternatif durumuna getirmek te değil. Çünkü tüm mezhebler, Kitab ve Sünnet’e dayanmaktadır. Bazı mutaassıb şi’i ve sunilerin ileri sürdüğü gibi Ca’feri mezhebi bir din değil, belki bir mezhebtir. Dini esaslar ayrı bir şeydir, mezhebi esaslar ise başka bir şeydir. Mesela imamet meselesi mezhebi bir esastır, dini bir esas değildir. Bu düşünce mu’teber şi’a uleması tarafından da oldukça çarpıcı bir şekilde vurgulanmıştır. Gerek Ali Şeriati ve gerek Hüseyin Ali Kaşif-ul Ğita ve gerekse Cevat Muğniyye ve diğer usuli alimler… Ca’feri mezhebini bir din şeklinde yorumlamak bir taassub ürünüdür. Takribi baltalayan en muzir bir amildir. Bu düşünceyi şiddetle reddedip kınıyoruz.
Ben şuna inanıyorum: Fıkhı mezhebler arasındaki görüşler içtihadi görüş olduğu gibi, itikadi mezhebler arasındaki ihtilaf ta içtihadi görüştür. Yanlış ta olsa, çirkin de olsa, herhangi bir mes’uliyet yoktur, belki ecir vardır. şer’i deliler çerçevesinde içtihad edildiği müddetçe şer’i içtihad sayılır. Bu konuda ‘İmamet ve ümmet’ adlı makalemde daha fazla izahat vermiştim, bakılabilir.
Bu konuda şi’a uleması da pek farklı düşünmüyorlar ve diyorlar ki; “Hakka karşı inad etmeyerek hakk tecelli ettiği zaman hemen hakkı kabul edecek, ancak bazı sebeblerden dolayı hakk meçhul kaldığı için hakka vukuf etmeyen herhangi bir kişi, mazur sayılıp Kur’an’daki mustaz’afin kapsamına girerek ‘kasır’ ifadesi ile isimlendirilir.”(1) Mutahhari de aynı konuyu naklederek sonunda: “Allah bu ‘kasır’ları (vukuf etmeyenlere) azab vermez” diye vurgulamaktadır.(2)
Demek ki, geçmiş fıkhi içtihad ve ihtilaflara saygı ve hürmet lazım geldiği gibi; itikadi, kalemi ve içtihadi ihtilaflara da –zaruruyyet-i diniye, kat’iyyet-i diniye (kesin-kes hükümler olmamak şartıyla- saygı ve hürmet gösterilmelidir. O içtihadi ihtilaflar hangi boyutta olursa olsun, tüm İslam müçtehidleri ve ulemasına da rahmet ve du’a okunmalıdır. Ancak tüm bunlar, heva, heves ve inattan uzak olmak şartı ile düşünülebilir. Bu şart olmadığı takdirde, ne fıkhi içtihad şer’i içtihad sayılabilir ve ne de itikadi, kelami içtihad şer’i sayılabilir. Belki hevai, süfli içtihad sayılır. Onun için ben tüm içtihadi ihtilaflara –mezkur şart dahilinde- saygı göstererek şer’i ihtilaflar olduğunu kabu edip, kavgaya götüren tefrika, taassup, sindirme isteği ve benzeri kaynaklı ihtilafları reddediyorum. Şu ana kadar bu mezhebçilik, bu sindirmecilik zarardan başka herhangi bir şey sağlamamıştır. Hatta İslam yolunda bir sed teşkil edip ümmeti ve vahdeti parçalamıştır. Hususen davet ve hareket merhalesinde ideal İslami devlet oluşturulması karşısında, emperyalizmin kullandığı en keskin bir silahtır. İşte bu merhalelerde Müslümanların mezhebçilikle, sindirmecilikle gündem oluşturması, bence, direk İslam vahdetini baltalamak, ideal İslam devletine sırt çevirmek ve yolun yarısında dönmek demektir. İslam yerine kendine mezhebçiliği meslek edinen ve ettirmek isteyen ve bir türlü kendine gelemeyen bazı şu’ursuz sünni ve şi’i müslümanları, acaba tecrid ile cezalandırmak İslam’ın yararına olmaz mı, diye düşünüyorum,
Bakınız İmam Humeyni Hazretleri, dışarıda sürgün yaşarken, hususen davet ve hareket merhalesindeyken, Sünnicilik ve şi’icilik kavgasını şiddetle reddedip el Ehram gazetesine, Ehl-i Sünnet ve Şi’a arasındaki ihtilafı görüşlerin lafzı olduğunu, İslam birliğini parçalamak için ecnebilerin abarttığını söylemiştir. Sürgünü yaşarken de yine İranlı müslüman gençlere seslenerek, “Sünnilik ve şi’ilik ayırımını yapanları kendi saflarınızdan çıkarınız” diye tavsiyede bulunmuştur.(3)
21 Temmuz 1980 tarihinde İmam Humeyni, İslam alemine seslenerek şu beyanda bulunmuştur: ‘Acaba şu tefrikadan kim istifade edebiliyor? Müslümanların şi’i, sünni, hanefi, hanbeli, gibi taksimlerle gündem oluşturması herhangi bir faide sağlayamaz. İslam hizmetinde ve İslam gölgesi altında yaşamak isteyen tüm toplum fertlerinin bu gibi hassas meseleler uğraşmaması gerekmektedir. Hepimiz kardeşiz, aynı kalp ile yaşıyoruz. Nihayet Hanefi bir kimse kendi alimlerinin fetvaları ile amel etmektedir. Şafi’iler de kendi alimlerinin fetvaları ile amel etmektedirler. Şurda da ayrı bir kitle şi’a kitlesi olup İmam Sadık’ın fetvaları ile amel etmektedirler. Bu ise ihtilafı (keşmekeşi) gerektirmez. Evet, birbirimize düşmemeliyiz, birbirimize karşı cephe almamalıyız. Hepimiz kardeşiz. Şi’i, sünni kardeşler üzerinde, tüm ihtilaflı konulardan uzak durmak İslami bir vecibedir. İhtilaflardan yararlanan o kimseler ki, ne suniliğe inanıyorlar ve ne de şi’iliğe inanıyorlar ve ne de Hanefi ve diğer İslami mezheblere inanıyorlar. Belki bunlar, İslam’ı kökünden söküp atmak peşindedirler. Aramıza tefrika tohumu atmaktadırlar. Aklınızı iyice başınıza alın. Hepimiz Müslüman’ız, Kur’an ve tevhid ehliyiz. Kur’an ve tevhid için çalışmalıyız”(4)
Yukarıdaki cümleler gayet açıktır; te’vil ve tereddüde mahal bırakmamıştır. Tevhid ve vahdetin ruhunu sunmaktadır. Mutaassıb sünni ve şi’ilere ikaz dersi vermektedir. Samimi, sadık Müslümanları, davetçileri belirleyen önemli çizgidır. Cenab-ı Allah’tan, tüm Müslümanlar arasında vahdet ve birlik sağlamasını niyaz eder, dünyadaki tüm müstaz’af Müslümanlara, mazlum insanlara, müstekbirlere ve zalimlere karşı olan savaşlarında tevfik nasip etmesini diliyoruz. Amin!
Dipnotlar:
1-El Mizan Tefsiri, Tabatabai, c:5, s:51-52
2-El Adlül İlahi, s:372
3-Sedaye Sevrati’l İslamiyye, Tahran, s:61
4-Nidau’s-Sevrati’l İslamiyye, Tahran, s:42
"Molla Mansur Güzelsoy"
1979’da İran’da İslami bir devrim gerçekleştikten sonra, genelde İslam ülkelerinde, özelde de Ortadoğu’da Sünni mezhebi adına, Şii mezhebine karşı ciddi faaliyetler, propagandalar yürütülmekteydi. Kısmen de olsa hayatiyetini halen sürdürmekte olan bu faaliyetler, eskiye nazaran, ciddi bir etkinlik göstermemektedir.
Biz, o zaman bu cereyana karşı çıktık ve şunu dedik; Bugün İslam coğrafyalarında mezheb sorunundan önce, İslam’ı hakim kılma sorunu var. İslam olmadan mezheb düşünülemez. Çünkü İslam, İlahi vahyin usulü (esasları), mezheb ise o esasların şer’i deliller çerçevesindeki yorumudur. Bir şeyin asılı yok iken fer’inden (dalından) bahsetmek ve bu da yetmezmiş gibi kavga etmek, abestir ve emperyalizmin bir oyunudur.
Mezhepler tarihinde, şu ana kadar yürütülen mezhebi kavga ve mezhebi taassubtan doğan tartışmalardan dolayı, -istisnai durumlar hariç- hiçbir kitle ve cami’a, inandığı mezhepten dönüp muhalif bir mezhebi kabullenerek ortaya çıkmamıştır. Bilakis daha katı bir taassub oluşmuş ve ümmetin gücüne ve birliğine karşı sed teşkil olunmuştur. İşte ben, vahdet ilkesi doğrultusunda hareket ederek, şi’i mezhebine karşı oluşan/oluşturulan sünni taassuba karşı çıkarak Tevhid dergisinin 1991 yılının bazı sayılarında vahdet çerçevesinde birkaç makale yazdım. Amaç şi’ileşmek veya şi’ileştirmek değil!... Belki tüm mezhebi ilkeler üzerine çizgi çekip unutarak, İslami ilkelere ve nizama yönelmek ve mezhebler arasında tefrik ve tahribi değil, vahdet ve takribi (yakınlaştırmayı) sağlamaktı. Ama maalesef, bazı Müslüman kardeşler bilerek veya bilmeyerek yanlış yoruma kalkıp “Efendim bu sunniliğe karşı cephe açmaktır. Şi’iliği benimsemektir. Amaç takiye kullanarak kendisini gizlemektir.” Diye şahsımı itham etmişlerdir. Bu konuda zulüm ediyorlar gerçekten! Hemen açık bir şekilde ifade edeyim ki; ben, Şafi’i mezhebindenim, İslami mezhebler arasında Şafi’i mezhebini tercih etmişim, ama mutaassıb da değilim. Diğer mezhebler yanında sahih sünnet varsa delile tabi oluyorum. Bununla beraber, dört mezhebin meşru ve İslami mezheb olduğuna inandığım gibi, Ca’feri ve Zeydi mezheblerinin de meşru ve İslami mezheb olduğuna inaniyorum. Bir mezhebin meşru’iyyeti ayrı bir şey, o mezhebe tabi olmak başka bir şeydir. Meşrü’iyyetlerini redden herhangi bir hüccet-i şer’iyye (şer’i delil) yok. Ama mezhebi taassuba, mezhebi kavgaya karşıyız. İster İslami cami’alar arasında olsun, ister herhangi bir cami’anın bünyesinde olsun, her türlü mezhepçiliği reddediyoruz. Biz ancak mezhebler arasındaki takribe inanıyoruz, tahribe değil!.. Takrib yakınlaştırmadır, uzaklaştırma değil, ortak ilkeler çerçevesinde bir yakınlaşmadır. İhtilaf noktalarını unutarak bir vahdet gerçekleştirme anlayışıdır. Takrib; Sünniliği şi’ilik bünyesinde, ya da şi’iliği Sünnilik bünyesinde bir eritme planı değil ve birini diğerine karşı harekete geçirerek tek alternatif durumuna getirmek te değil. Çünkü tüm mezhebler, Kitab ve Sünnet’e dayanmaktadır. Bazı mutaassıb şi’i ve sunilerin ileri sürdüğü gibi Ca’feri mezhebi bir din değil, belki bir mezhebtir. Dini esaslar ayrı bir şeydir, mezhebi esaslar ise başka bir şeydir. Mesela imamet meselesi mezhebi bir esastır, dini bir esas değildir. Bu düşünce mu’teber şi’a uleması tarafından da oldukça çarpıcı bir şekilde vurgulanmıştır. Gerek Ali Şeriati ve gerek Hüseyin Ali Kaşif-ul Ğita ve gerekse Cevat Muğniyye ve diğer usuli alimler… Ca’feri mezhebini bir din şeklinde yorumlamak bir taassub ürünüdür. Takribi baltalayan en muzir bir amildir. Bu düşünceyi şiddetle reddedip kınıyoruz.
Ben şuna inanıyorum: Fıkhı mezhebler arasındaki görüşler içtihadi görüş olduğu gibi, itikadi mezhebler arasındaki ihtilaf ta içtihadi görüştür. Yanlış ta olsa, çirkin de olsa, herhangi bir mes’uliyet yoktur, belki ecir vardır. şer’i deliler çerçevesinde içtihad edildiği müddetçe şer’i içtihad sayılır. Bu konuda ‘İmamet ve ümmet’ adlı makalemde daha fazla izahat vermiştim, bakılabilir.
Bu konuda şi’a uleması da pek farklı düşünmüyorlar ve diyorlar ki; “Hakka karşı inad etmeyerek hakk tecelli ettiği zaman hemen hakkı kabul edecek, ancak bazı sebeblerden dolayı hakk meçhul kaldığı için hakka vukuf etmeyen herhangi bir kişi, mazur sayılıp Kur’an’daki mustaz’afin kapsamına girerek ‘kasır’ ifadesi ile isimlendirilir.”(1) Mutahhari de aynı konuyu naklederek sonunda: “Allah bu ‘kasır’ları (vukuf etmeyenlere) azab vermez” diye vurgulamaktadır.(2)
Demek ki, geçmiş fıkhi içtihad ve ihtilaflara saygı ve hürmet lazım geldiği gibi; itikadi, kalemi ve içtihadi ihtilaflara da –zaruruyyet-i diniye, kat’iyyet-i diniye (kesin-kes hükümler olmamak şartıyla- saygı ve hürmet gösterilmelidir. O içtihadi ihtilaflar hangi boyutta olursa olsun, tüm İslam müçtehidleri ve ulemasına da rahmet ve du’a okunmalıdır. Ancak tüm bunlar, heva, heves ve inattan uzak olmak şartı ile düşünülebilir. Bu şart olmadığı takdirde, ne fıkhi içtihad şer’i içtihad sayılabilir ve ne de itikadi, kelami içtihad şer’i sayılabilir. Belki hevai, süfli içtihad sayılır. Onun için ben tüm içtihadi ihtilaflara –mezkur şart dahilinde- saygı göstererek şer’i ihtilaflar olduğunu kabu edip, kavgaya götüren tefrika, taassup, sindirme isteği ve benzeri kaynaklı ihtilafları reddediyorum. Şu ana kadar bu mezhebçilik, bu sindirmecilik zarardan başka herhangi bir şey sağlamamıştır. Hatta İslam yolunda bir sed teşkil edip ümmeti ve vahdeti parçalamıştır. Hususen davet ve hareket merhalesinde ideal İslami devlet oluşturulması karşısında, emperyalizmin kullandığı en keskin bir silahtır. İşte bu merhalelerde Müslümanların mezhebçilikle, sindirmecilikle gündem oluşturması, bence, direk İslam vahdetini baltalamak, ideal İslam devletine sırt çevirmek ve yolun yarısında dönmek demektir. İslam yerine kendine mezhebçiliği meslek edinen ve ettirmek isteyen ve bir türlü kendine gelemeyen bazı şu’ursuz sünni ve şi’i müslümanları, acaba tecrid ile cezalandırmak İslam’ın yararına olmaz mı, diye düşünüyorum,
Bakınız İmam Humeyni Hazretleri, dışarıda sürgün yaşarken, hususen davet ve hareket merhalesindeyken, Sünnicilik ve şi’icilik kavgasını şiddetle reddedip el Ehram gazetesine, Ehl-i Sünnet ve Şi’a arasındaki ihtilafı görüşlerin lafzı olduğunu, İslam birliğini parçalamak için ecnebilerin abarttığını söylemiştir. Sürgünü yaşarken de yine İranlı müslüman gençlere seslenerek, “Sünnilik ve şi’ilik ayırımını yapanları kendi saflarınızdan çıkarınız” diye tavsiyede bulunmuştur.(3)
21 Temmuz 1980 tarihinde İmam Humeyni, İslam alemine seslenerek şu beyanda bulunmuştur: ‘Acaba şu tefrikadan kim istifade edebiliyor? Müslümanların şi’i, sünni, hanefi, hanbeli, gibi taksimlerle gündem oluşturması herhangi bir faide sağlayamaz. İslam hizmetinde ve İslam gölgesi altında yaşamak isteyen tüm toplum fertlerinin bu gibi hassas meseleler uğraşmaması gerekmektedir. Hepimiz kardeşiz, aynı kalp ile yaşıyoruz. Nihayet Hanefi bir kimse kendi alimlerinin fetvaları ile amel etmektedir. Şafi’iler de kendi alimlerinin fetvaları ile amel etmektedirler. Şurda da ayrı bir kitle şi’a kitlesi olup İmam Sadık’ın fetvaları ile amel etmektedirler. Bu ise ihtilafı (keşmekeşi) gerektirmez. Evet, birbirimize düşmemeliyiz, birbirimize karşı cephe almamalıyız. Hepimiz kardeşiz. Şi’i, sünni kardeşler üzerinde, tüm ihtilaflı konulardan uzak durmak İslami bir vecibedir. İhtilaflardan yararlanan o kimseler ki, ne suniliğe inanıyorlar ve ne de şi’iliğe inanıyorlar ve ne de Hanefi ve diğer İslami mezheblere inanıyorlar. Belki bunlar, İslam’ı kökünden söküp atmak peşindedirler. Aramıza tefrika tohumu atmaktadırlar. Aklınızı iyice başınıza alın. Hepimiz Müslüman’ız, Kur’an ve tevhid ehliyiz. Kur’an ve tevhid için çalışmalıyız”(4)
Yukarıdaki cümleler gayet açıktır; te’vil ve tereddüde mahal bırakmamıştır. Tevhid ve vahdetin ruhunu sunmaktadır. Mutaassıb sünni ve şi’ilere ikaz dersi vermektedir. Samimi, sadık Müslümanları, davetçileri belirleyen önemli çizgidır. Cenab-ı Allah’tan, tüm Müslümanlar arasında vahdet ve birlik sağlamasını niyaz eder, dünyadaki tüm müstaz’af Müslümanlara, mazlum insanlara, müstekbirlere ve zalimlere karşı olan savaşlarında tevfik nasip etmesini diliyoruz. Amin!
Dipnotlar:
1-El Mizan Tefsiri, Tabatabai, c:5, s:51-52
2-El Adlül İlahi, s:372
3-Sedaye Sevrati’l İslamiyye, Tahran, s:61
4-Nidau’s-Sevrati’l İslamiyye, Tahran, s:42