Duyuru

Daraltma
Henüz duyuru yok.

Seydaye Molla Mansur'un Siyasi Vesiyatnamesi

Daraltma
X
 
  • Filtre
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Temizle
yeni gönderiler

    Seydaye Molla Mansur'un Siyasi Vesiyatnamesi


    Molla Mansur Güzelsoy�un Siyasi Vasiyetnamesi....

    İslami hareketler içinde herhangi bir hizmet verilirken, İslam�ın temel düşünce ve pren sipleri doğrultusunda verilmelidir. Cehalet darü�l İslam�da özür sayılmaz. Her Müslüman İslam�ı bilmekle mükelleftir. Robot olmaya da hakları yoktur.
    Aziz dava arkadaşlarım!

    Hepinizi ALLAH’ın selamı ile selamlıyorum. İslami mücadele ve çalışmanızı tebrik eder; Cenab-ı ALLAH’tan Şeriat-ı Ğarra doğrultusunda dünyada muvaffak olmanızı, Ahiret’te de mes’ud olmanızı dilerim.

    Hepimiz inanıyoruz ki, geçici ve mecazi bir hayat yaşıyoruz. Daimi ve hakiki bir hayatı garan tiye alabilmek için bize yüklenen bir takım mes’uliyet ve mükellefiyetleri yerine getirmek zorun dayız. Bize düşen mükellefiyet ve sorumluluk, her asrın icabatına göredir. Hatta ALLAH tarafından gönderilen her bir müceddid dahi, içinde bulunduğu asrın icabatına göre dini tecdid ve dini hizmetini ifa etmeye çalışır. İslam topraklarının günümüzdeki kadar geniş olmadığı zamanlarda bir müceddid ile iktifa edilebiliyordu. Ama toprakların genişlediği sınırların çizildiği ve İlahi hükümlerin hemen tüm ülkelerden kaldırılığı bir zamanda, tek bir müceddid yerine, ülkelerin sayısına ve nüfuz sa hasına göre değişik alanlarda birçok müceddid görülebilir. Her hasta kişinin mizacına göre farklı yöntemler uygulandığı gibi, her ülkenin de içinde bulunduğu şartlara ve toplumun ihtiyaçlarına göre farklı yöntemler uygulanabilir. Dolayısıyla her bir ülkede, birbirinden farklı İslami çalışma metodları ortaya çıkabilmektedir. Bu, garip karşılanmamalı ve mezkur sebebler çerçevesinde değerlendirilmelidir.

    Ma’lum olduğu üzere, bu asrın en bariz özellilerinen biri, İslam hâkimiyetinin olmamasıdır. Bu, bir-iki ülkeyi istisna tutarsak, tüm ülkelerin ortak özelliğidir. Onun içn bu asırda gelen her müceddid ve mütefekkirin gayesi ve hedefi, İslam’i hâkim kılmaktır. Amerika ve Batı’nın rahatsız olduğu, asrın tabiri ile, ‘Siyasi İslam’ı gündeme getirmek ve İslam ümmetini siyasi bir şuura ka vuşturmak suretiyle İslam’ı ihya etmektir. Birbirlerinden farklı bazı vesile ve metoldarı izliyorlarsa da, amaçta müttefiktirler.

    İşte, belirtildiği gibi, bu asırda İslam ümmetinin ortak sorunu İslam hâkimiyetinin olmaması dır. Dolayısıyla tüm İslam ümmeti sorumluluk içindedir. Ümmet, kendi içinde İslami siyaseti gün deme getirmek, mensublarını şuurlandırmak, İslami çalışmayı kendine meslek haline getirmek ve meslek sahibi olmakla mükelliftir. Bu görevi yaparken de kitlesel ve kuşatıcı ümmet anlayışı içinde olunmalıdır. Hizipçilik mantığından uzak kalınarak ve tüm İslami grupları İslam kardeşi kabul ederek İslami kardeşlik çerçevesinde diyaloğa geçmek zorunludur. Birbir ile yakından ta nışmak suretiyle güven ve itibar sağlanmışsa, samimi bir İslam kardeşliği içinde, merhalenin gereklerine göre ortak bir sorumluluk üstlenebilir. Böylece ya tek bir hareket veya bir cepheye dönüşebilirler.

    Ümmet anlayışı derken, ulusçuluk, kavmiyetçilik ve cemaat taassubu gibi menfi düşünceler den tamamen uzak kalmak gerektiğini kastediyoruz. Çünkü İslam, belli bir ulusun, kavmin veya grubun dini değildir. Aksine yeryüzündeki tüm insanlar için indirilmiş cihanşumul bir dindir. Bununla beraber İslam, ‘ümmet mefkûre’sini savunurken Cenab-ı ALLAH tarafından yaratılan ayrı ayrı ulusların, kavimlerin, aşiret ve kabilelerin, gerçeklerini de inkâr etmiyor. İslam esaslarına ters düşmeyen gelenek ve kültürlerini kabul ediyor; bunlara yasak getirme veya asimile etme yoluna gitmiyor. Bilakis İslam’ın meşru kıldığı şer’i ölçüler çerçevesinde tüm hakları azınlık sıfatı ile değil, İslami hukuk sıfatıyla tanınıyor.

    Kavimleri inkâr meselesi ve asimilasyon, çağdaş zalim ve ırkçı fir’avnların eseridir; eski fir’avunların eseri de değildir. Dikkat ederseniz, Hz. Musa zamanındaki fir’avn, sömürdüğü ben-i İsrail kavminin Kıpti kavminden ayrı bir kavim olduğunu kabul ediyor ve onların kavmiyetini inkâr etmiyordu. Ancak onların Kıpti kavmine köle olması gerektiğini savunuyordu. Buna işareten Cenab-ı ALLAH şöyle buyuruyor: <<Dediler ki: “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi ina nacağız? Kaldı ki onların kavimleri bize kullukta bulunmaktadırlar.”>> (Mü’min:47)

    Aziz dava arkadaşlarım!..

    Siz, İslam davasına sahip çıktığınız zaman, ciddi ve samimi olarak sahip çıkınız! Kendinizi bir memur sıfatında telaki ediniz; hem de ALLAH’ın memuru olarak!.. Aynı zamanda davayı kendinize meslek haline getirip “Ben bir meslek sahibiyim, mesleğim var, mesleğime iyi sahip çıkmalıyım; hakkıyla sahip çıkmazsam, gar-ı ciddi ve zahtekar olurum.” Diye kendinizi sorgulamalısınız. Bu münasebetle Şehid Seyyid Kutub şöyle diyor: “Ya İslam’ın tamamını alınız, ya da tamamını bıra kınız!” demek ki bir davaya sahip çıkıldığı zaman cidden sahip çıkılmalı ve hakkı verilmeye gay ret edilmelidir.

    Aziz dava arkadaşlarım!..

    İslami dava ve harekete katıldığınız zaman da İslami hareketin ne olduğunu, ne gibi özellik lere sahip olduğunu, İslami hareketi cahili ve sapık hareketlerden nelerin ayırdığını bilmeniz lazımdır. Bir hareketin, sadece elamanlarının Müslüman, mütaki ve abid olması, o hareketin sıhhatı için kâfi gelmez. Belki o hareketin temel düşünce ve temel prensibine bakmak lazım… Evvelen şunu söyliyelim ki, İslami hareket, İslam’ın temel düşünce ve prensiplerinden yola çıkan siyasi bir topluluğun ortaya koyduğu amellerdir. Öyleyse İslami hareketin üssü’l esası, İslam’In temel düşünce ve temel prensipleridir. Yani bir hareketin, cahili hareket yada yoldan sapmış İslam hareket sayılmaması, dolayısıyla sıhhatlı bir İslami hareket addedilmesi için, mezkur esas üzerine bina edilmesi gerekmektedir ki, bunu da pratikler gösterir. İslami hareketin bu tanımı, meşhur bir diğer tanımla izah etmek isterim: İnsan tanımlanırken, ‘düşünen hayvan’ şeklinde tanımlanmaktadır. Yani düşünme unsuru, insanı hayvanlardan ayırıyor. O unsur olmaz ve sadece hayvan unsuru ile iktifa edilirse, insan, hayvandan ayırt edilemez. Çünkü insan da hayvandır; yani ‘canlı bir varlık’tır, ama düşünme unsuru eklendikten sonra, insan hayvandan ayrılır. Çünkü insan, düşünen hayvandır; mutlak hayvan değildir.

    İşte insanın insan sayılabilmesi için bu düşünme unsuru nasıl zaruri ise, bir hareketin de İslami hareket sayılabilmesi için İslam’ın temel düşünce ve temel prensiplerine sahip olması za ruridir. Bunları ihtiva etmeyen hareket, sıhhatlı İslami hareket değil; cahili ya da yoldan sapmış harekettir. Ama İslami hareket içinde görülen, bazı büyük günahlar da dâhil ister siyasi ister adi olsun, bazı yanlışlıklar, hareketin kiyadet (önderlik) merkezinden, temel düşünce ve prensiple rinden kaynaklanmıyorsa, bu tür şahsi davranışlar, hareketin İslami özelliğini ve vasfını kaldırmaz; ama, hareketin bu soruna el atması lazım gelir.

    İslami hareketin bu temel anasırını ihtiva etmeye herhangi bir hareket, ne kadar ihlâslı olsa, samimi olsa, fedekar olsa, ibadet ve amellerine bağlı olup sadık olsa dahi, o hareket cahili ve sapık hareketler kategorisine girmektedir. Ama muhlis ve samimi olup heva ve hevesten doğ mayan o yanlış düşüncelerini pratiğe aktarmazlarsa, sadece düşüncelerinden ötürü kendilerine İslami bir müeyyide uygulanamayacağı gibi ma’zur da sayılabilir. Ama bu düşünceler pratiğe geçtiği zaman ma’zur sayılmaz. Suçun nisbetine göre müeyyide uygulanır. Samimiyet ve sadakat onları kurtarmaz. İfade edildiği gibi, cahili ve sapık hareket kategorisine girer. Bu konuda Hari ciler en bariz örnektir. Hz. Ali, onlara karşı, düşüncelerinden ve eleştirilerinden dolayı herhangi bir mueyyide uygulamamıştır. Hatta onlara meşhur olan şu sözleriyle hitab etmiştir: ‘Biz, sizleri camilerden men’edemeyiz, bizimle beraber cihad yaptığınız zaman da alınan ganimetten mah rum etmeyiz. Bize karşı savaş açmadıkça, biz savaş açmayız!” Hz. Ali’den nakledilen bu ifadeler, hem Ehl-i Sünnet hem de Şia’da sabittir. Ve fıkhi ahkâmın mesnedi olmuştur. Hareki Müslü manların, Hariciler’in tarihini, özellikle onlarla alakalı sahih rivayetleri okumaları gerekir. Bu rivayetlerde onları çok mühlis, müttaki ve ibadetlerine bağlı oldukları belirtiliyor. Bunlar okunduğu zaman, cahili ve sapık bir hareket olduğu aşikarane görülür.

    İslam tarihinde birçok akidevi ve siyasi hareket gelip geçmiştir. Hem de zalim sultanlara karşı aktif mücadeleleri olmuştur. Hariciler gibi, bazıları hakkında, çok muttaki ve abid oldukla rın dair Buhari, Müslim ve diğer hadis kaynaklarında “Onlara baktığınız zaman namazınızı onla rın namazına, orucunuzu da onların orucuna karşı hakir sayarsınız.” Gibi sahih rivayetler gel miştir.

    Bakınız; Ömer İbn-i Abdülaziz onlara hitab ederken, “Sizlerin dünya için çıkmadığınızı biliyo rum. Belki hak talebi için çıkmışsınız. Ama bunu ararken hataya düşmüşsünüz.” diye hitab edi yor.

    Hz. Ali de Nehcü’l Belağa’nın 59. hutbesinde, Hariciler’in hakkı aradıklarını, ama, hataya düş tüklerini açık açık ifade etmektedir. Mutahhari, Hz. Ali’nin bu sözü munasebetiyle şöyle diyor: “Hariciler herhangi bir kötü niyet taşımıyorlardı; ancak İslam’ı yorumlarken yanlış ve kötü an lamlar çıkarıyorlardı. Donmuş ve ahmak bir kafa taşıyorlardı. Hz. Ali onlara karşı savaşırken, gece namazlı gündüz oruçlu ve fazla ibadet ettiklerinden dolayı alınlarında yara izi olan abid insanlara karşı savaşıyordu. Bu savaşı vermek, İslami toplumda herkesin girişebileceği bir iş de ğildi. Hz. Ali gibi birisi olmasaydı, bunca vasıflı kitleye karşı hiç kimseye böyle bir savaşa girişmezdi. Onun için Nehcü’ Belağa’nın 91. hütbesinde de, “Ben fitnenin yüzünü çıkardım. Ben den başka buna cesaret edebilecek birisi yoktu.” Diye manidar bir ifade buyurmuştur. ALLAH’a şükretmemiz gerekir ki, aynı asırda olmadık! Eğer aynı asırda olsaydık, belki aynı iman derece sini koruyamazdık.”

    Evet… Haricile’rin karşı çıktıkları tahkim nazariyesi ile kendi dışındakilerine de tahkir ve tekfir nazariyesi, onları sadece nazariyede bırakmadı, pratiğe sevketti ve Hz. Ali gibi bir zata karşı savaştırdı. İbn-i Hacer’in Fethü’l Bari adlı büyük eserinde anlattığına göre, hariciler sadece mu haliflerini tekfir etmekle yetinmediler, kendileriyle birlikte savaşmayan tüm Müslümanları da tekfir etmeye başladılar.

    İşte bunun içindir ki, Hariciler, müttaki ve abid olmakla beraber, İslam tarihinde cahili ve sapık bir hareket örneğini teşkil etmişlerdir. Çünkü Hariciler’in hareketi, sıhhatlı bir İslami hareketin temel unsurlarını ihtiva etmiyordu. Cahili ve sapık hareket kategorisene girmişlerdi.

    Aziz dava arkadaşlarım!

    Şunu da bilmeliyiz ki, İslami harekette, İslam’ın temel düşünce ve prensiplerinin bulunması gerekir’ derken, grupçuluk ve cemaat taassubundan azad olmak gerektiği de anlaşılmalıdır. İs lam’ın temel düşünce ve prensiplerinin fevkinde herhangi bir fikir, düşünce ve kıstas olamaz. Cemaat taassubu herhangi bir harekette blunduğu zaman, o hareket cahili ve sapık bir hareket sıfatını kazanır. Çünkü asabiyet; milletler, kavimler, kabileler ve aşiretler arasında da haram olup şehadeti nefyyettiği gibi cemaatlar arasında da haramdır ve illeti aynı şer’i gerekçeye dayanır. Bu noktadan hareket edilerek verilen herhangi bir mücadele de heba olur. Çünkü ALLAH, sadece kendisi için yapılan amel ve hizmeti kabul eder. Kavim adına, aşiret adına, haseb-neseb adına ve salt cemaat adına herhangi bir ameli kabul etmez. Bu konuda şöyle bir hadis rivayeti vardır:

    “Kezman İbn-i İshak adında bir kişi Resulullah’ın (s.a.v) yanında oldukça medhediliyor. Resulullah da (s.a.v) “O, ateş ehlindendir!” diyor; ama Uhud savaşı geldiğinde, o şahıs büyük bir kahramanlık göstererek çetin bir savaş veriyor; 7 ya da 8 müşrik öldürüyor ve o da yaralanıyor. Yaralı olduğu esnada Müslümanlardan biri ona hitaben, “Sana müjde ya Kezman, büyük bir imti handan geçtin!” diyor. O da cevaben, “Neye müjde? VALLAHi ben yalnız kavmimin hesabı (şerefi) adına savaştım! O olmasaydı savaşmazdım” diyor. O arada ağrısı şiddetleniyor ve bir ok çıkarıp kendini öldürüyor.” Böylece Resulullah’ın (s.a.v) önceden buyurduğu, “O ateş ehlidir!” sözü ger çekleşmiş oluyor.

    Hafız İbn-i Kesir bu rivayeti İbn-i İshak’ın getirdiği zayıf rivayetinden getirmişse de, Buhari’de onu te’yid eden şahid rivayetler vardır. Ayrıca bazı rivayetlerde, ‘Kiyamet gününde bazı mücahidler cihad ücretlerini talep ederken Cenab-ı ALLAH da <<falan filan adına savaşıyordu nuz.>> diye cevap vereceği’ yer alıyor.

    İşte İslami hareketler içinde herhangi bir hizmet verilirken, İslam’ın temel düşünce ve pren sipleri doğrultusunda verilmelidir. Cehalet darü’l İslam’da özür sayılmaz. Her Müslüman İslam’ı bilmekle mükelleftir. Robot olmaya da hakları yoktur. Müslümanlar sorgulama ve eleştirigetirme hakkına sahiptir. Diğerleri de açık olmak ve dinlemek ve nazır-ı i’tibara almak zorundadır. Aksi halde İslam’ın reddettiği diktatörlük ortaya çıkar ve İslam ümmeti sahip olduğu öz hakkından mahrum kalır. Böylece gerek İslami hareketler ve gerekse İslami devletler asıl özelliklerini yiti rirler. ‘Sen düşünme hareket senin yerine de düşünüyor’ safsatası, diktatürlük simgesi olduğun­dan, onu İslami çalışma sisteminin mefkûresinden söküp atmalısınız. Tüm Müslümanların da İslam’ı öğrenip bilmeye ve genel kültürlerine ağırlık vermeye teşvik edilmeleri gerekir. Grupçuluk mantığı ise, İslama tamamen muhaliftir. Cemaat ve grup maslahatı, İslam’ın ve İslam ümmetinin maslahatına mukaddem olamaz. Hatta Müslüman toplulukla küfür topluluğu arasında olabilecek hadiseler esnasında, ‘ biz Müslüman topluluğuz onlar ise küfür topluluğudur, harp hiledir’ man tığıyla hareket ederek mısaka (anlaşmaya) bakmadan ğadr ve hiyanet yapılamaz. İslam’ın temel düşünce ve prensipleri çiğnenemez. Cenab-ı ALLAH buna işareten şöyle buyuruyor: <<İman edip hicret etmeyenler; onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbirşeyle velayetiniz yoktur. Ama din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım, üzerinize bir yükümlülüktür. Ancak sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhine değil!..>> (Enfal:72)

    Dikkat ederseniz, hicret etmeyen Müslümanlara yönelik müşriklerden bir saldırı geliyor, İslam topluluğu misak (anlaşma) esasına bağlı kalarak onlara herhangi bir yardımda bulunmuyor, hicret etmeyen Müslüman topluluğun maslahatını gözetmiyor. Çünkü gözetildiği zaman, İslam’ın te mel bir prensibi çiğnenmiş oluyor. ‘Gaye, vesileyi meşru kılar’ kaideside burada işlemiyor.

    Misak, İslam’ın temel pernsibi olduğu gibi, teamüllerde yer alan, emanet, sadakat ve güven de o kadar önemlidir. Hiçbir mü’min, başkalarına tanıdığı eman ve göveni çiğneyerek ğadr ve hiyanet edemez. İmam Hâkim’in sahih rivayetine göre Mervan ile Muaviye, Hz. Aişe’yi ziyaret ediyorlar. Hz. Aişe, Muaviye’ye bakarak şöyle diyor: “Ya Muaviye, sen hicr ve arkadaşlarını öldür dün, ne yaptınsa yaptın, acaba seni öldürecek bir kimsenin ayarlanmış olacağından korkmuyormusun?” Muaviye cevaben, “Ben eman beytindenim. Duymamışmısın ki, Resulullah (s.a.v) ‘İmam hainin kaydıdır, mü’min hain olmaz!” buyurmuş!.. Yani emanet ve sadakate ihanet ederek öldüremez.

    Bu munasebetle yeri gelmişken, İmam Buhari’nin getirdiği şu örneği de hatırlatmakta fayda vardır: Rı’l, Zekvan, Useyt ve Ben-i Lehyan kabileleri, Resulullah’a (s.a.v) giderek, kendilerinin Müslüman olduklarını ve Müslümanlardan yardım istediklerini söyliyorlar. Resulullah (s.a.v) da onlara birlikte Ensar’dan 70 kişi gönderiyor. Hepsi de Kur’an hafızı, gündüz oruçlu, gece na mazlı sahabelerdi. ‘Bi’r-i Maune’ye kadar onları götürüp sonra hiyanet ederek tümünü şehid ediyorlar. O hadiseyi muteakiben bir ay boyunca Resulullah (s.a.v) kunut duası okuyup onlara beddua ediyor.

    İşte burada 70 güzide sahabe, İslam’ın tanıdığı misaka bağlılığın, emanet ve sadakatın kur banı olmuştur. Yani Resulullah (s.a.v) toplum hayatında var olması gereken misak, emanet ve sadakat ilkelerine bağlı kalırken, cahili kabileler de toplum hayatını altüst eden meş’um siyaset ilkelerine göre hareket etmişlerdir. Tarih boyunca İslami prensiplerle meş’um siyasetler arasında çatışma ve çekişme sürüp gitmiştir. Hatta Gustaw Le Bounne bu konuda Hz. Ali’yi meş’um siya sete uzak kalmakla yargılarken şöyle diyor: “Ali’nin her şeyi güzeldir. Çünkü o, hem ilim, hem amel, hem takva, hem duygu, hem hikmet ve hem de hitabet adamıdır. Ama maalesef siyasi ol mamıştır.” Tabii ki, Gustaw Le Bounne’un istediğine göre olmamıştır. Çünkü Hz. Ali, diğer dik tatörler gibi (Halife Mansur ve benzerleri) şahsi çıkarlarına devlet çıkarlarından daha üstün tut­mamıştır. İslam prensipleri ile ümmetin menfaatlerini çiğneyerek hareket etmek istememiştir. Daima Kur’an’ın temel prensiplerine bağlı kalmış ve “Ali Kur’an’la beraberdir, Kur’an da Ali ile…” şeklindeki sahih rivayete mazhar olmuştur.

    Bütün bunlara istinaden; İslami hareketin siyasi muvacehesi, meş’um siyasetin fesadından saf ve beri olmalıdır.

    <<Festeqim kema umirte!..>>
    La Şii , La Sunni , İlla Vahdeta İslami..!!
YUKARI ÇIK
Çalışıyor...
X