Bugün emperyalizmin insanlar üzerinde oynadığı en büyük oyun halkı kültürel anlamda yozlaştırmaları ve insanları kendi insanî duruşlarından, insani duygulardan ve insanî değerlerden uzaklaştırmalarıdır. Örneğin her anne çocuğuna şefkat besler. Anne bunun için bir eğitim almamıştır. Mesela gözümüzün önünde annemize tokat atılsa, babamız dövülse veya çocuğumuza vurulsa insani duygularımızla hareket eder hemen karşı koyarız yerimizde kesinlikle duramayız veya korkup müdahale edemezsek daha sonra bir başka duygu olan vicdan duygusundan dolayı vicdan azabı duyar pişmanlık hissederiz. Gözümüzün önünde aç insanlar varken onların önünde yemek yiyemeyiz. Birimizin yanında hiç tanımadığımız bir insan kendisini benzinle ateşleyip yaksa o insanın üzerindeki ateşi söndürmek isteriz. Bunlar tamamen insanın bir eğitim almadan kendi özünde var olan insani duygulardır. İnsanın insanî duyguları insana eşitliği, adaleti, paylaşmayı, mazlumların yanında yer almayı, haksızlıklar karşısında sessiz durmamayı, muhalefet etmeyi v.s. emreder. Siz ki gözlerinizin önünde annenize veya kız kardeşinize veya çocuğunuza veya tanımadığınız yabancı bir kadına haksız yere vurulmasına tahammül edemiyorsunuz, nasıl olurda Irak’ta on binlerce kadının tecavüze uğramasına, bir buçuk milyon insanın katledilmesine sessiz kalıyorsunuz? Hangisi sizsiniz? Aslında ikisi de sizsiniz. Emperyalizm ikinci insanı yaratmak için uğraşıyor. Yani insanı içki, kumar, fuhuş, magazin, tele vole, at yarışı, iddaa, iskambil kâğıtları, okey taşlarıyla meşgul ediyor ve kendi özünden kendi insanî değerlerinden uzaklaştırıyor. Eğitim psikolojisinden bir gerçek vardır. Eğer bir insanın kalbindeki aşkı almak istiyorsanız, onun yerine başka aşk yerleştirmek zorundasınız.
Eğer siz, sizi kendi insanî duygularınızla hareket etmeye engel olacak gibi her türlü yozlaşmayı ayaklarınızın altına alırsanız, işte o zaman Allah’ın yarattığı o devrimci ruhu çıkartır ve haksızlıkları ortadan kaldırırsınız. Özgürlük, adalet, eşitlik ancak insanî değerlerin yaşatılmasıyla hayat bulur. Ancak emperyalizm insanın önüne öyle bir hayat koymuştur ki, önce çıkarlarım diyen bir insan var, şerefsizliği, onursuzluğu, menfaatçiliği, adaletsizliği bir hayat felsefesi olarak kabul eden bir insan var. Bana neci, neme lazımcı, önce ben diyen bir insan var. Bu insan kendi doğasından uzaklaşan, kendi özünden uzaklaşan emperyalizme oyuncak olan bir insandır. Bu insan onların medyayla, sinemayla, dizilerle, magazin programlarıyla, tiyatrolarıyla, şiirleriyle, kahvehaneleriyle, birahaneleriyle, genelevleriyle, ganyan bayileriyle yaratmış olduğu insan modelidir. Bir insan yanlış terazi ile doğru tartabilir mi? Onlar insanlarımıza halkımıza, televizyonlarıyla, medyasıyla v.s. bakın böyle bir insan olmanız gerekiyor, sizin örnek almanız gereken insan modeliniz budur diyorlar. Eğer siz o modelde değilseniz siz ya gerici örümcek kafalı oluyorsunuz, ya terörist oluyorsunuz ya da v.s.
Onlara göre iyi insan çok tüketen insandır. Eğer siz bu modele uymuyorsanız çağa ayak uydurmamışsınız demektir. Onlara göre kadının model alması gereken insan conilerin dişi oyuncakları olmuş, erkeklerin pis arzularına karşılık verdikleri oranda bir değere sahip olan, beyninin içi değil vücudu önem taşıyan bir kadın olmalıdır. Bu hayat felsefesinde kalçaların güzelse, göğüslerin dikse bir önem ve değere sahipsin aksi takdirde sen insanlık adına mücadele edip işkenceler görmüşsün, bilim adına yıllarca hizmet etmişsin bunların bir değeri yoktur. Artık insanların değer yargıları değiştirilmiştir. Emperyalizmin yarattığı insan modeli insanın düşüncesine, ahlakına, insanlığa vermiş olduğu hizmete, dürüstlüğüne bakmıyor, insanın kıyafetine, yaşadığı mahalleye, bindiği arabaya, gezdiği kıza bakıyor. Eğer bir kızı bozmuşsan senden daha erkeği, daha delikanlısı yoktur. Bu değer yargısına göre boynunda papyon varsa birinci, başında örtü, yüzünde sakalın veya alnında yıldızlı beren varsa ikinci sınıf insansındır. Ne kadar dürüst olursan ol, ne kadar namuslu olursan ol, ne kadar özgürlük, hürriyet, adalet savaşı verirsen ver boynunda papyon, üzerinde mini etek olmadı mı asla birinci sınıfa giremez sınıf atlayamazsın.
Oysa insan fıtratına, insanlık değerlerine göre birinci sınıf insan okuyan, düşünen, araştıran, sorgulayan, zalimlere hesap soran, mazlumların yanında olan, susmayan, halkını aydınlatan, yalan söylemeyen, halkını aldatmayan, dürüst, namuslu, merhametli, yardımsever v.s.insanlardır. İkinci sınıf insan ise zulmeden, sömüren, aldatan, tecavüz eden v.s. insanlardır. O halde biz kahrolası Emperyalizmin değer yargılarına göre mi insanları değerlendireceğiz yoksa insanî değer yargılarına göre mi? Bizim için önemli olan kişinin giyimi, saçı, sakalı, inancı mı olmalı yoksa dürüstlüğü, ahlakı kısaca insanlığı mı olmalı?
İmam Hüseyin Kerbela savaşının sonlarına doğru düşman askerleri imam Hüseyin’i bırakıp imam Hüseyin’in akrabalarının, kadınlarının bulunduğu çadırlara saldırıyorlar. Tabiî ki bu insanların davası eğer imam Hüseyin’leyse o halde neden imam Hüseyin değil de onun kadınlarına saldırıyorlar? Hiç kuşkusuz savaşmanın da bir usulü, şerefi vardır. Ama bu savaşta düşman insanî olmayan bir çok hileye başvurmuştur. İmam Hüseyin’i ve çocukları susuz bırakmışlar, kadınlara saldırmışlar, ölü bedenlere işkence yapmışlar, 6 aylık bebeği oklamışlar v.s. İşte bu noktada İmam Hüseyin tarihi bir söz söylüyor ve diyor ki “eğer dininiz yoksa, ahirete de inanmıyorsanız hiç olmazsa özgür olun, insanlık şerefinizi ayaklar altına almayın”.
Yani demek isteniyor ki “siz Müslüman olsanız da, olmasanız da, bir dine inansanız da, inanmasanız da, ister Hıristiyan, ister Yahudi, ister Ateist olsanız da siz insan olmak zorundasınız, insanlık şerefinizi ayaklar altına alamazsınız.” Her insanın hangi dine, hangi ideolojiye sahip olursa olsun temelde insan olma zorunluluğu vardır. Bu durumda her insan önce insani değerlere, insani vazifelere sahip olmak zorundadır. “Özgür olun” sözünün maksadı ise “siz paraya kul olduğunuz için, Yezid gibi aşağılık insanlara dalkavukluk yapıp kendi benliklerinizi onlara satıp, onlara köle olduğunuz için, kendi hür iradenizi çıkarlarınızdan dolayı onlara teslim ettiğiniz için bütün insanî değerleri, insanlık şerefinizi ayaklar altına alıyorsunuz, eğer sizler özgür olsaydınız para ve diğer maddi çıkarlarınız için başkalarına bağımlı olmasaydınız zillet elbisesini giymeseydiniz siz bu insanlık dışı fiilleri yapmazdınız insanlığınız buna engel olurdu. Ama ne var ki çıkarlarınız sizi özgür bir insan olmaktan çıkarmış insanlara kul yapmıştır, sizi köpekleştirmiştir, sizin onur ve şerefinizi ayaklar altına almıştır. Hiçbir insana kul olmayan, özgür olan insanlar ise işte asıl şerefli olan insanlar onlardır. Eğer insan hür olursa paraya, makama, şöhrete, insanlara kul olmazsa o insandan insanlık şerefini ayaklar altına alması beklenemez, o insandan ancak insanlık beklenir. Ama o insan Müslüman olsa da, ateist olsa da eğer özgür değilse, çıkarları onu birilerine köle yapmışsa hiç şüphesiz onun için insani değerler değil, köle olduğu kişinin emirleri öncelik taşır, çıkarları öncelik taşır, buda onu insanlıktan uzaklaştırır ve insanlık şerefini ayaklar altına almasına sebep olur.”
Hiç şüphesiz dün özgürlüklerini ve bununla beraber insanlıklarını Yezid’e satanlar bugün özgürlüklerini emperyalistlere, kanla beslenen köpek balıklarına satmışlardır. Bu yazıda birazcık olsun insanların Ehli Beyt İslam’ını anlamalarını amaçladım. Çünkü dün Muaviye İslam’ı vardı bugün ise Amerika İslam’ı var. Oysa biz gerçek İslam’ı, Hz. Muhammed’in savunduğu İslam’ı tanıtmak istiyoruz. Yani birbirimizi tanıyacaksak emperyalist ülkelere ve emperyalist politikalara gönülden biat etmiş yayın organlarından, kendi özgürlüklerini emperyalistlere satmış, İmam Hüseyin’in tabiriyle insanlık şerefini ayaklar altına almış kölelere göre değil, birbirimizi birbirimizin dilinden tanıyalım istedim. Eğer onların diliyle birbirimizi tanırsak onların değer yargılarına göre birbirimizi tanımış oluruz ki buda gerçek bir tanımlama değildir. Özgür düşünmek, özgür olmak ve insanları emperyalist değer yargılarına göre değil, düşüncelerine, doğruluklarına, haksızlık karşısında ki duruşuna, zalimlere karşı olan tavrına yani insanî değer yargılarına göre değerlendirmek zorundayız.
DİN EZİLENLERİN KENDİLERİNİ TESELLİ ETME AMACIYLA FAKİRLER TARAFINDAN MI KURULMUŞTUR
Sınıflı bir toplumda dinin kökleri,sosyal gelişme unsurları,sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar.Din burada Lenin’in sözleriyle “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı forumlarından biridir.
Yani yaratıcı ve din düşüncesi mahrumiyet,sefalet,yokluk içerisinde tedirgin,çaresiz yalnız kalmış,devamlı olarak başkalarının hesabına çalışmaktan bunalmış,ezilmiş halk kitlelerinin kalplerinde besledikleri kurtuluş,saadet ve intikam özlem ve hayalinden doğmuştur.
Oysa bu görüş gereğince sadece mahrumiyet ve sefalet içerisinde olanların dini kabul etmeleri ve böyle problemleri olmayanların ise dinsiz olmaları gerekir. Oysa gerek İslam dini olsun gerekse diğer ilahi dinler olsun bu dinlere mensup birçok zengin insan vardır. Özellikle İslam dininin yayılmasında zenginlerin birçok katkısı olmuştur ki bunların ilki Peygamber efendimizin hanımı Hz. Hatice’dir. O halde mademki din mahrumiyet içerisinde yer alanların bir ürünüdür,o zaman mahrumiyet ve sefalet içerisinde olmayan zenginler de din düşüncesi nasıl doğmuştur?
Materyalistlerin kendi itiraflarına göre, ilk insanlar tabakasız (komün) bir yaşantı sürdürmekteydiler:gıda mamulleri herkesin ihtiyacından kat-kat fazlaydı. O toplumda insanlar, sömürmek, sömürülmek, ezilmek, mahrumiyet, sefalet içinde bunalmak değil, bu kavramların ne anlama geldiğinden haberdar bile değillerdi. Tarihin şahitliğine göre,onlarında dini inancı vardı.
DİNİ ZENGİNLER, FAKİRLERİ SÖMÜRMEK İÇİN Mİ KURMUŞTUR?
Lenin yapmış olduğu bir konuşmada mülk sahiplerinin, burjuvaların yani zengin insanların işçi ve köylü sınıfını kısacası fakir kitleyi sömürmek için dini oluşturduklarını,yani dinin zenginlerin,fakirleri sömürmek için ortaya attıkları sözlerden ibaret olduğunu ima etmiştir.
Marks ise dini sömürücü kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup,onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya attığı hileli bir ip olduğunu vurgulamıştır. Kısacası bu filozoflar, dinin mülk sahiplerinin, burjuvaların, zengin insanların, işçi ve köylü sınıfını sömürmek için ortaya attıkları sözlerden ibaret olduğunu, kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup, onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya atılan hileli bir ip olduğunu vurgulamıştır.
Eğer iddiaya göre dini ilk olarak zenginler kurmuşsa dinin ilk savunucularının zenginler olması, dinin ilk yayıcılarının zenginler olması gerekir. Şayet dini ilk olarak zenginler değil de fakirler yaymışsa, bu iddia tamamıyla ret edilmelidir ki, gerek Hıristiyanlık ve Yahudilik olsun gerekse İslam dini olsun, bu dinlerin ilk savunucuları ve ilk yayıcılarının büyük bir çoğunluğu fakirler olmuştur.
Bu iddianın ikinci tutarsız tarafı da şudur ki:şayet din zenginler tarafından, fakirleri sömürmek için kurulmuşsa, bu durumda zenginler tarafından kurulan dinin zenginlerin çıkarını gözetmesi gerekir.Oysa din hiçbir zaman zenginlerin tarafından olmamış, zenginlerin çıkarlarını gözetmemiştir.Mesela İslam’dan önce faiz zenginlerin bir numaralı gelir kaynağı ve sömürü aletiydi, fakat İslam dini zenginlerin bu gelir kaynağını yasaklamıştır.Kurân bu hususta buyuruyor ki:
Ey iman edenler! Eğer müminler iseniz, Allah’tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın.Şayet yapmazsanız Allah’ın ve Resulünün size savaş açtıklarını bilin.
Marksistlerin iki tane bilinen temel görüşü vardır. Bunlardan ilki dinin zenginlerin fakirleri sömürmek için uydurulduğu, ikincisi ise devletin egemen güçlerin, zenginlerin, elit tabakanın eliyle kurulduğudur. Yani din ve devlet zenginler tarafından kurulmuştur. Amaç fakirleri daha çok ezmek, onları daha fazla sömürmektir.
Birinci görüşe şu şekilde katılabiliriz. Din zenginlerin fakirleri sömürmek amacıyla kullanılmıştır. Ama İslam dini zenginler tarafından kurulmamıştır. Örneğin Sovyetler birliği işçi sınıfı ile yani ezilenlerle kuruldu ama daha sonra yönetim elit tabakanın, zenginler sınıfının eline geçti. İslam dinide zenginler tarafından kullanılmıştır ama bu dini asla onlar kurmamıştır.
İkinci görüşe gelince Engels devletin kökeni adlı kitabında “bütün devletlerin egemen güçlerin eli ile kurulduğu, devlette söz sahibi olanların hep onlar olduğu, kanunların onların çıkarlarına dayalı olduğu ve bu devletlerin halktan uzaklaştığını” ima etmektedir.
Bu mantıklı bir tespittir. Çünkü bugün dünya devletlerine baktığımız zaman bu devletlerin genelinin halkından kopuk olduğunu ve kanunların halkın çıkarına değil, zengin sınıfın çıkarına dayalı olduğunu v.s. görüyoruz. Eğer bu devletleri fakir insanlar kursalardı hiç şüphesiz kanunları zenginlerin çıkarlarına değil kendi çıkarlarına göre düzenlerlerdi. Biz aynı mantıkla hareket ettiğimizde peygamberin Medine’de kurduğu İslam devletinin bir istisna olup fakirlerin eli ile kurulduğunu ve fakirlerle yönetildiğini görmekteyiz.
Çünkü bu devlet zenginin kurduğu ve yönettiği bir devlet olsaydı bu devlette zenginlerin bir numaralı sömürü aleti olan faiz yasaklanmazdı, karaborsacılık yasaklanmazdı, kazancın 5/1’i zorunlu olarak verilmezdi (zekatın yani malın 40/1’ini vermek dışında her Müslüman kazancının 5/1’ini vermek zorundadır, ayrıca ihtiyaç olmayan ve toplumca lüks kabul edilen aldığı her malın fiyatının 5/1’inide vermek zorundadır. Buna humus denir). Yine bu devlette zenginler hiçbir zaman söz sahibi olmamışlardır. O dönemde bir davet yapılacağı zaman zengin insan daveti yapardı. Ama peygamber ezanı hep Bilal’ e okutturdu. Çünkü Bilal Habeşli bir köle idi. Malı mülkü yoktu ve zenciydi. Peygamber köleleri zenginlerin önüne geçirip namaz kıldırttı. Kesin dedi uzun sakalları çünkü zenginliğin bir simgesiydi. Kesin uzun cübbeleri çünkü zenginliği simgeliyordu. Peygamber sınıfsal imtiyazı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Bunun gibi birçok örnek vardır.
Sadece şu örnek bile yeterlidir. Mesela bugün sosyalistlerin kapitalizmi eleştirdikleri en çok nokta kapitalistlerin işçilerin emeğinden artı değer üretmeleridir. Kapitalistler fabrikalarında yüzlerce-binlerce işçiyi çalıştırır onların sırtından bir değer üretir. İşçiye verdiği ücretin dışındaki para yani kar, işçilerin sırtından ürettiği artı değerdir. Yani patronun karı işçinin üretmesi ile orantılıdır. Ne kadar çok işçi çalışırsa kar o kadar yüksek olur.
Bunun dışında kapitalizmden daha da kötü bir sistem vardır oda köleciliktir. Kapitalist sistemlerdeki bir işçi köleye göre çok-çok iyi konumdadır. En azından maaş, mesai, senelik izin, emeklilik, tazminat v.s. hakları vardır. Ama köle öyle değildir. Ver bir kuru ekmek eline akşama kadar çalıştır. Artı değerden de karlı ve masrafsız bir iş. Örneğin Amerika altın ve gümüş madenlerinde yerli halkı köleleştirip çalıştırmıştır. Bu bir yağmadır ve ilkel birikimi sağlamıştır. Artı değerden daha büyük bir yağmadır. İlkel birikim yağmasıyla İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa, İngiltere v.b. birçok ülke yararlanmıştır.
Dolayısıyla İslam devleti zenginlerin eliyle kurulmuş olsaydı veya zenginlerin yönetiminde olan bir devlet olsaydı İslam peygamberi ve beraberinde ki Müslümanlar çalışmazlar, köleleri tarlalarda, maden ocaklarında çalıştırarak artı değerinde üstünde büyük servet sahipleri olabilirlerdi. Ama bunu asla yapmadılar. Onlar köle azat etmeyi Allah’a yakınlaşma yollarından bir tanesi olarak kabul ediyorlardı. Buda gösteriyor ki İslam ne zenginlerin eliyle kurulmuştur nede onlar söz sahibi olmuşlardır.
Marks’a göre sosyalizm kapitalizmin çocuğudur. Yani sosyalizmi kapitalizm doğurmuştur. Dolayısıyla kapitalizm olmasaydı sosyalizm olmayacaktı. O halde eğer Marks peygamber efendimizin zamanında yaşamış olsaydı sosyalizmin bir gereği olan üretim araçlarının kamulaştırılması gibi bir ideolojiyi savunmuş olmayacaktı. Çünkü kapitalizm yoktu ve sosyalizm olmayacaktı. Oda en fazla o dönemde diri-diri gömülen kızın hesabını soracaktı, tefecilerin faiz alıp insanları sömürmelerine, karaborsacılığa, köleciliğe v.s. haksız uygulamalara karşı çıkacaktı. Beklide milliyetçiliğe, ırkçılığa peygamber efendimiz gibi “Araplık benim ayağımın altındadır” demeyecekti daha farklı bir tepki gösterecekti. Sonuçta sosyalizm diye bir sloganla değil de, başka bir insanî sloganla ortaya çıkacaktı.
Mesela Marks’ın bir diyalektik yasası vardır. Üretim araçları çoğaldıkça sömürü artacak ve ezen ile ezilen sınıf birbiriyle savaşacaktır. Yani zulüm çoğaldıkça, zulüm görenlerin zulmü yapanlara kini daha da artacak ve sınıflar arasında kaçınılmaz bir savaş yaşanacaktır. Peygamber efendimiz bunu farklı bir dille getiriyor ve diyor ki, “hiçbir devlet zulümle ayakta kalmaz”. Neden zulümle bir devlet ayakta kalmaz çünkü zulüm artıkça zulüm gören sınıfla, zulmü yapan sınıf arasında mutlaka çatışma kaçınılmaz olur ve bu çatışma zulüm kalkana kadar devam eder. İki ifade farklı olsa da verilen anlam aynıdır.
Peygamber efendimizin döneminde ekseri emeğin satılması değil emeğin kiralanması vardı. Mesela bir duvarcı bir başkası ile anlaşır ona duvar örer ücretini alırdı. Bu ücretlerle yaptığı birikim onun emeğinin karşılığı olan bir sermayeydi. Sosyalistler bu tür bir sermayeye karşı değillerdir. Yine bir ayakkabıcı kendi ürettiği ayakkabıyı kendi belirlediği bir fiyata satar ve kendi emeğinin karşılığını alırdı. Yine 10 kişi ortaklaşa bir tarlayı işletir karıda ortaklaşa pay ederlerdi. Buraya kadar emeğin sömürülmesi söz konusu değildi. Çünkü fiyatı belirleyende, belirlediği fiyatın direk sahibi olanda değeri ortaya çıkartan üreticiydi.
Kapitalizm ise 10 tane duvarcıyı çalıştıran, 20 tane ayakkabıcı çalıştıran ve bunların emeğinin üzerinden servet biriktiren yani artı değer üretendir. Bu ise emeğin satın alınmasıdır. Sosyalizm bundan sonra doğmuştur. İlk etapta ayakkabıcı kendine çalışıyordu, başkasının emrinde çalışması için bir neden yoktu. Ama şuanda ayakkabıcı kendisi için çalışmıyor başkasının emrinde çalışması onun için bir zorunluluk haline gelmiştir. Peki neden?
İlk zamanlarda kapalı ekonomi vardı. Örneğin bir köyü ele alalım. Bu köyde yağ üretiyorsunuz, yağı buğdayla değiştiriyorsunuz. Bal üretiyorsunuz, balı patates soğanla değiştiriyorsunuz. Çobanlık yapıyorsunuz karşılığında iki koyun alıyorsunuz. Köyün bekçiliğini yapıyorsunuz sene sonunda her evden iki teneke buğday alıyorsunuz. Bu kapalı yani dışa açık olmayan ekonomidir. Sonra gün geliyor köye bir bakkal açılıyor. Yumurta veriyorsunuz karşılığında bisküvi alıyorsunuz, tavuk verip fistan alıyorsunuz. Daha önce hiç ihtiyaç duymadığınız, gereksinimin olmadığı ve sonu gelmeyen harcamalar yapıyorsunuz. Siz aldıkça bakkal getiriyor, Bakkal burada köylünün ihtiyaç duyduğu malı getirmiyor. Önce malı getiriyor sonra nasıl olsa köylü getirdiğim bu malı alır diyor. Yani arz talebi yaratıyor. Ve burjuva yani orta sınıf doğuyor. Ürettiği ile tükettiği eşit olan bu köylü daha sonra burjuvanın gelmesiyle tükettiği ürettiğini geçiyor. Bu sefer köylü az üretip çok tükettiği için elden yemeye başlıyor ineğini satıyor, tarlasını satıyor, evini satıyor ve burjuvaya para yetiştiremiyor. Köylü fakirleştikçe burjuva zenginleşiyor. Burjuva sahte talebi yaratıyor. Eğer mini etek üretmişse başlıyor çarşaf giyenleri bir şekilde soymaya. Eğer çarşaf üretse en fazla beyazını kırmızısını üretecek ama bu fazla gelir getirmez. Onun için köylü açılmalı ve kendi kafalarında canlandırdıkları giysileri giymeli. İnsanlar onların kafalarında ürettikleri giysileri giymezlerse onların ölçülerinde modern ve çağdaş olmazlar. Yani çağdaşlık ve modern olmanın ölçüsü onların para kazanmak ve insanları sömürmek için kafalarında canlandırdıkları giysileri giymektir. Bu sefer yobazlıkla çağdaşlık arasında seçim yapmak zorunda kalan köylü, o güzelim beyaz ayranı terk edip yerine beyaz şarap içmek zorunda kalıyor ve oda çağdaşlaşanlar arasına giriyor. Dün tahta kaşıkla yemek yiyen köylünün önüne 500 çeşit kaşık türü konuluyor. 500 çeşit pantolon türü, 500 çeşit gömlek türü ve sonu gelmeyen sahte talepler. Elinde avucunda kalmayan Köylü mecbur şehre göç etmek zorunda kalıyor. Eskiden 5 ayakkabı üreten ve geçimini bunla sağlayan sanatkâr köylü şehre göç ediyor ama maalesef burjuva ayakkabıcısıyla rekabet edemiyor. Çünkü burjuva günde 1000 ayakkabı üretiyor. Köylünün 80 liraya ürettiği ayakkabıyı o 30 liraya üretiyor 50 liraya satıyor. Köylü 80 liraya ürettiğini 100 liraya satacak ki kar yapsın ama 50 liraya satanla rekabet edemiyor. Dolayısıyla büyük balık küçük balığı yutuyor. Köylünün elindekini, avucundakini alan küçük burjuva bakkal ise büyük burjuvaya yani gross marketlere, mega (dev, devasa) marketlere yeniliyor. Ve bu yarışta küçük olan hep yeniliyor ve onların daha büyükleri olan şirketler holdingler doğuyor.. Bunun ardından küçük şirketlerin yerini dev şirketler alıyor, yani dünya tekelleşmeye gidiyor. Bu şirketler bazen rekabet ediyorlar ve bu rekabet sonucunda bazı şirketler iflas edip kapatıyor bazen de kartelleşiyorlar ve kendi aralarında anlaşıp fiyatı donduruyorlar. Halk hangi şirkette alırsa alsın onların belirlediği rakamdan aşağıya alamıyor. Tabiî ki bu şirketler fiyat konusunda anlaştıkları gibi işçi fiyatlarında, onların sosyal hakları konusunda da anlaşıyorlar. Bizim ayakkabıcı dükkânını kapatınca mecbur işçi olmak zorunda kalıyor. Dün 5 ayakkabı üretip geçimini sağlayan bu köylü şimdi büyük makinelerle günde 1000 ayakkabı üretiyor ama geçimini sağlayamıyor. Üretim araçlarının çıkmasıyla sömürü de artıyor. Ayakkabıcı günde 1000 ayakkabı üretiyor, ama bu işçinin maaşı 1000 kat artmıyor. Üretim 1000 kat oldu ama maaşlar 1000 kat artmadı. Üretimin artmasından kaynaklanan kâr sermayedarın cebine girdi, işçinin değil. Dolayısıyla üretim araçlarının artması ile beraber zengin ile fakirin arasındaki uçurum da daha da genişledi. İnsanların sermaye sahibi olma hırsı onları insanî duygularından uzaklaştırdı. Bir esnaf, esnaflığı daha fazla sermaye sahibi olmak için, yani sermayesini büyültüp ikinci daha sonra üçüncü dükkânı açmak için yaparsa bu insan bir çok hileye başvurabilir. Ama bir esnaf yalnızca geçimini temin etmek için esnaflık yaparsa o esnaf ayakkabıcı ise en güzel ayakkabıyı müşterisine sunar, balcı ise balın şekersizini, çiftçiyse, ürettiğinin hormonsuzunu, en doğal olanını, en sağlıklı olanını müşterisine sunar. Çünkü amacı geçimini sağlamaktır insanları sömürüp daha fazla sermaye sahibi olmak değil. Dolayısıyla sermaye hırsı beraberinde ahlaksızlığı da getirdi. Şerefsizlik, adilik, alçaklık, sömürmek, ezmek bir yaşam felsefesi haline geldi.
Tabiî ki bizim işçi olan köylüler artık bu durumdan kurtulmak istiyorlardı, sömürülmek, ezilmek istemiyorlardı, çareyi örgütlenmede gördüler, örgütlenip patronun karşısında duracaklardı ama olmadı kanunlar hep onlar için bir engeldi. Belki dediler bir partiyi başa getirirsek bizim kurtuluşumuzu o sağlar oda olmadı. Çünkü kanunları da, partileri de belirleyen hep onların patronlarıydı. Mesela siz ABD’de başkan olmak için ya silah tüccarları tarafından desteklenmeniz lazım, ya da petrolcüler tarafından desteklenmeniz lazım yani paranın gücünü arkanıza almanız lazım. Türkiye’de de ya zengin olmanız ya da zenginler tarafından desteklenmeniz lazım. Medya patronlarının, iş adamlarının desteğini almanız lazım. Onlar tarafından desteklendiğiniz için de onların istediği doğrultuda hareket etmeniz lazım. Yani bir partiyi dürüst olması değil, paralı olması veya parayla desteklenmesi başa getiriyor. Paranın desteğiyle başa gelende hiç şüphesiz kendisine para desteği sağlayanın hizmetinde oluyor halkın hizmetinde değil. Dolayısıyla işçi kanunları gibi bütün kanunlar zenginlerin desteğiyle gelen partiler tarafından işverenin arzusuna göre düzenleniyor. Bu arada işçinin hakları vardır yok değildir. Ama eşeğin bile ölmemesi daha iyi çalışması için onun ihtiyaçlarını karşılarlar. Bu haklarda işçinin ölmemesi içindir, isyan etmemesi içindir. O halde demokraside bir yalandır. Ben parti kuruyorum ve partimi dürüst olduğumdan dolayı gariban fakir insanlar destekliyor. Karşı tarafında arkasında var 100 tane iş adamı, 10 medya. Tabiî ki benim adım bile duyulmuyor. Bana oy verenler bir tek beni şahsen tanıyanlar. Ona oy verenler ise evinde televizyonu olan herkes.
Burada insan haykırıyor ve artık bu yağmacı düzen yok olsun, yerine adalet, eşitlik, insan hakları temelinde bir dünya kurulsun. Ve bu uğurda devrimci mücadele başlıyor. Tarihin ve toplumun oluşturduğu benliği yıkan bir devrimci, asi bir “ben” doğuyor.
TARİHİN VE TOPLUMUN OLUŞTURDUĞU ZİNCİRLERİ KIRAN BİR DEVRİMCİ DOĞUYOR
Marks diyor ki insandaki “ben”i tarih oluşturur. Sosyalistler der ki insandaki “ben”i toplum oluşturur. Oysa burada tarihin ve toplumun oluşturduğu “ben”i ayaklar altına alan, tarihin ve toplumun kendi üzerinde oluşturduğu zincirleri kıran bir “ben” var. Özgürlük, hürriyet, adalet isteyen bir devrimci var. Kendi toplumuna karşı çıkan, o topluma “haydi uyanın, hesap sorun, hakkınızı arayın, ey yaşayan ölüler artık uyanın” diyen bir ben var. Peki o “ben” i kim oluşturdu. Eğer o “ben” toplumun oluşturduğu bir “ben” ise, neden o topluma karşı çıkıyor, neden o toplum gibi sessizliği, itaati, boyun eğmeyi yani o toplum gibi yaşamayı kabul etmiyor? Eğer o devrimci tarihin oluşturduğu bir “ben” ise neden tarihine isyan ediyor, neden tarihin kendi üzerinde oluşturmuş olduğu zillet elbisesini yırtıyor, neden tarihin oluşturduğu diğer insanlar gibi onursuzca ve şerefsizce yaşamayı kabul etmiyor? Burada bir doğa kanunu gerçekleşiyor ezen sınıfın zulmü arttıkça ezilen sınıfın mücadelesi, direnişi, isyanı ve karşı savaşı başlayacaktır yani sınıflar arası savaş kaçınılmaz olacaktır. Aynen Marks’ın determinizmi (gerekircilik) gibi, aynen peygamberimizin “hiçbir yönetim zulümle ayakta kalmaz” dediği kanun gibi? Niçin zulme karşı mutlaka mücadele eden, isyan eden insanlar olacak, neden bu bir değişmez insanlık yasasıdır? Neden birileri toplumu sessizliğe, uysallığa, boyun eğmeğe büründürürken, diğer gurup toplumu isyana, başkaldırıya, direnişe, mücadeleye sevk etmektedir? Sessizliğe bürünen insanı toplum ve tarih oluşturmuşsa, peki asi olan bu devrimci kimin eseridir? Ortada toplumuna ve tarihine isyan eden bir devrimci vardır ve bu devrimcideki “ben” kimin eseridir? Neden oluşmuştur? Ve neden her zulmün ve haksızlığın çığırından çıktığı noktada bu devrimcilerin isyanı, savaşı, direnişi, özgürlük ve hürriyet arzusu kaçınılmaz bir zorunluluktur? Neden Vietnam’da, Filistin’de, Afganistan’da, Hindistan’da, Cezayir’de, Lübnan’da Sri Lanka’da ve dünyanın dört bir yanında direniş, mücadele, özgürlük ve hürriyet savaşı? Bu devrimci insan kimin eseridir?
BU DEVRİMCİ İNSANI KİM OLUŞTURMUŞTUR?
İnsan devrimci yaratılmıştır. Çünkü insanın fıtratı (tabiatı) bu doğrultudadır. Fıtratı şu şekilde açıklayabiliriz. Fıtrat insanın insanî özellikleridir. Mesela elma tohumunu toprağa gömdüğünüzde, o tohum büyüyünce portakal olmaz, elmaya ait özellikleri taşıdığı için elma olur. Yani o tohumun doğuştan kaynaklanan bir özü, bazı özellikleri vardır. İnsanında her insanda var olması bir zorunluluk olan insanî özellikleri vardır. Fıtratın üç tane temel özelliği vardır.
1.Fıtrî olan şeyler sabittir, değişmez.Örneğin 1000 sene önceki annelerde çocuklarına şefkat hissi beslerler şimdiki insanlarda.
2.Fıtrî olan şeyler her insanda mevcuttur. Mesela Araplarda, Almanlarda, Türklerde, Farslılarda annenin çocuğuna olan şefkati vardır.
3.Fıtrî olan şeyler öğrenmekle elde edilmez, doğuştan kaynaklanan bir duygudur. Bir anne çocuğuna şefkat duyması için eğitim almamıştır.
Dolayısıyla insanda tarihin ve toplumun oluşturmadığı ve insanın hiçbir eğitimle, öğretimle kazanmadığı bir “ben”i vardır. Mesela diyelim ki insanları tarih oluşturdu ama öte yandan henüz tarih yok iken yani ilkel çağda insanlık tarihinin ilk yıllarında bazı insan gurupları var ve bu insanlar komün bir şekilde yiyeceklerini paylaşarak yaşıyorlar. Dolayısıyla tarih yoktu çünkü bu insanlar tarihi başlatanlardır. Peki paylaşmak için her hangi bir eğitim almayan bu insanlar neden paylaşıyorlar? Paylaşmak hiç şüphesiz insanın fıtratında yer alan bir duygudur. Siz yemek yiyorsunuz ve etrafınızda aç gözlerle yediğiniz yemeğe bakan çocuklar var. Hangi insan o yemeği o çocukların gözü önünde paylaşmadan yiyebilir. Şimdi şu sorulabilir “eğer fıtrî duygular hiç değişmiyorsa ve eski insanlar komün bir şekilde yaşıyorlarsa, neden şimdiki insanlar ortaklaşa besinlerini paylaşarak yaşamıyorlar?”.
Öncelikle şunu belirtelim ki insanın toplumla yaşaması fıtrîdir. İnsan tek yaşamak istemez. Dolayısıyla ilkel insanlarda topluluklar halinde yaşıyordu. Engels’in ailenin kökeni adlı kitabında ilkel insanların kimi zaman 20-30 kişilik guruplar halinde evlendiklerini, kimi zaman bir kabilenin başka kabileyle evlendiğini kısacası günümüzdeki gibi bir erkek ve bir bayandan oluşan iki başlı bir ailenin olmadığını daha kalabalık ailelerin olduğunu vurgulamaktadır. Bu ailelerinde getirdikleri besinleri ortaklaşa yedikleri bilimin tespitidir. Peki eğer fıtrî özellikler değişmemişse ve bu ortaklaşa paylaşım fıtrattan kaynaklanıyorsa günümüz insanı neden bu şekilde yaşamıyor? Oysa günümüz insanı da aynı ilkel insanlar gibi yaşıyor. Çünkü geçmişte aileler genişti ve bir kabile başka kabile ile evlenebiliyordu ve besinler ortaklaşa paylaşılıyordu. Günümüzde ise yine aile içinde besin ortaklaşa paylaşılıyor. Baba veya anne çalışıyor akşamleyin çocuklar, anne, baba, varsa dede ve nine aynı sofrada yemek yiyor. Hangi baba bu parayı ben kazandım der ve ardından eşinden ve çocuklarından, anne ve babasından ayrı bir köşede kendi emeğinin ürününü yiyebilir? Eğer böyle bir insan varsa da ne o insanın etrafında olan bir ailesi olur nede halk onu bir insan olarak görür. Çünkü bu halkın insanî değerleriyle bağdaşmayan bir tutumdur. Dolayısıyla dünden bugüne değişen insanın fıtratı değil yalnızca ailenin küçülmesidir.
Yine insanın fıtratında bir şeyin hakikatini öğrenme arzusu yani merak duygusu vardır. Bu duygu çocukken baba bu ne, anne bu ne soruları ile dışa yansımış ve bu duygu sonunda insanı Ay’a çıkarmış, Mars’a mekik göndertmiştir. Bu duygu Fizik, Kimya, Astroloji, Arkeoloji, Biyoloji v.s. ilim dallarının çıkmasına sebep olmuştur.
İnsanın devrimci olması aynı bilim adamı olması gibi fıtrî duygularından kaynaklanır. İnsan eğer insanî duygularını yitirmemişse siz o insanın gözü önünde haksız yere bir kadına tokat atamazsınız, bir insanı sömürmezsiniz, bir insana ait olan bir hakkı alamazsınız. İşçiyi sömüremez, köylünün toprağını alamazsınız. Örneğin bir annenin çocuğunu elinden almaya kalksanız o kadın annelik duygularıyla yani yaratılıştan kaynaklanan insanî, fıtrî duygularıyla savaşır hatta onun için en değerli olan canını ortaya koyar. Nasıl ki bu fıtrî bir duyguysa aynı şekilde her türlü haksızlığa mücadele etmekte fıtrî bir duygudur. İşte bu asi “ben”i, anarşist “ben”i ne tarih, ne de toplum oluşturmuştur.
ALLAH İNSANDAN NE İSTİYOR?
Arz ettik ki Allah insanda merak, sanat, utanma, merhamet, şefkat, pişmanlık, iyiliğe iyilikle cevap verme, haksızlığa karşı gelme, paylaşma, yardım etme gibi bir takım fıtrî yani insanî duygular yaratmıştır. Eğer insanı yaratan tarafından insana bir din gönderilmişse kesinlikle ve kesinlikle o dinin insanın fıtratına uyması lazım. Aksi takdirde o dinin kesinlikle kabul edilmemesi gerekir. Yani eğer ben fıtratımdan dolayı temizlikten hoşlanıyorsam, bana bir din gelip pis olmayı emredemez. Çünkü o zaman ben derim ki eğer Allah benden pis yaşamamı istiyorsa o zaman beni neden temizlikten hoşlanır bir şekilde yaratmıştır? Bu bir çelişki değil midir? Veya bende merak duygusuna yaratan Allah bana sorgulama, araştırma, okuma diyebilir mi? Bu durumda Allah’ın yaptıkların bir çelişki ortaya çıkar. Dolayısıyla din insandan ne istiyorsa mutlaka istediği şey insanın fıtratıyla uyum içinde olması gerekir. Eğer uyum içinde değilse o din kabul edilemez. Çünkü insan o zaman der ki “beni yaratan kimse benim böyle olmamdan hoşlandığı için beni böyle yaratmıştır. Eğer ben haksızlığa karşı sessiz kalamıyorsam, beni bu şekilde yaratan benim böyle olmamı istediği için beni böyle yaratmıştır, eğer benim böyle olmamdan hoşlanıyorsa nasıl olurda bana hoşlandığı şeyin, aksini emredebilir? O zaman eğer benim fıtratıma, yaratılışıma aksi bir şey benden isteniyorsa buna kesinlikle benden önce beni yaratan, benden aslım gibi olmamı isteyen karşı gelir, dolayısıyla ben bu emirleri kabul edemem” der. Yani insan “nasıl olurda ben haksızlıklara karşı baş kaldırma duygusuyla yaratılmışken bir din gelir bana zalimlere itaat etmeyi, onlarla uzlaşmayı, bir gün mutlaka onlarında hesabının sorulacağını emreder?”der.
Bugün Hıristiyanlıkta “bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını dön” diye bir inanç vardır. Şimdi bu inanç insanın fıtratıyla uyumlu mudur? Eğer uyumlu değilse bu emir nasıl olurda insanın yaratıcısının emri olabilir? İncil’de düşmanlarımızı sevmemiz bizden istenir. Bir insan düşmanını sevebilir mi? İnsandaki sevgi duygusu fıtrîdir. Sevgi cesaretli, insanlık uğruna kendini feda eden, dürüst, adaletli, yardımsever insanlara duyulur. Alçak, korkak, yalancı, menfaatperest, sömüren, ezen insanlara ise insandaki nefret duygusu ön plana çakır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. İmam Hüseyin ve Yezit’e bakarken neden birinci gurubun saygı ikinci guruba nefret gözüyle bakıyoruz. Neden kendimizi birinci gurubun yanında görüyoruz. Eğer biz zenginsek olayı sınıfsal açıdan değerlendirir ve Yezit tarafını tutar ve ona sevgi beslerdik. Ama biz şahsi benlerimizi bir kenara bırakıyoruz ve olaya insaniyetle bakıyoruz.
Dolayısıyla biz nasıl olurda bizi sömüren, ezen, katleden, kadınlarımıza tecavüz eden, çocuklarımızı öldüren düşmanlarımızı sevebiliriz? Bizim insanlığımız, yaratılışımız, fıtratımız, hiçbir eğitim almayan özümüz, yani tarihin ve toplumun oluşturmadığı “ben”imiz aksine bu insanlardan nefret etmemizi, bunlarla savaşmamızı mücadele etmemizi istemektedir. Dolayısıyla bizi yaratan bizim böyle olmamızı istiyor. Nasıl olurda istediği bir şeyin aksini bize emreder? Eğer Allah insanı devrimci yaratmışsa, insandan devrimci olmasını ister ve gönderdiği din ise insana devrimci olmasını emreder yani bunun mantıken böyle olması gerekir.
FITRAT DİNİ YAŞATILIYOR MU?
Eğer egemen güçlerin çıkarlarıyla savaşan bir sanat çıkartırsanız ki bu şiir olur, resim olur, tiyatro veya sinema olur eğer yaşadığınız yer onların hakim olduğu bir bölgeyse bunu insanlara yayınlayamazsınız. Mesela yol duvar, sürü gibi filimler yasaklanırken, aşk, kovboy, komedi, karate filmleri ile insanlar yetiştirildi. Veya Nazım Hikmet’ler yasaklandı, o boşluk dünyayla uzlaşan, teslimiyetçi şiirlerle dolduruldu. Yani hakim sınıf kendi sinemasını izlettirdi, kendi romanını okutturdu. Aynı şekilde kendi dinini yaşatırdı. Fıtrat dini olan Allah’ın dinini değil.
Eğer fıtrat dini yaşatılsaydı genelevlerde kadınlar bir hayvan gibi, mafya ve benzeri örgütlenmelerin zoruyla satılırlar mıydı? Bu yerler devletin resmi kurumu olur muydu? Devlet bu adaletsizliği ortadan kaldıracağına her yapılan fuhuştan fatura kesip o mazlum kadınların sırtından para kazanma hesapları yapar mıydı? Aynı devlet bir bakıyorsunuz ki diyanet diye bir kurum kurmuş on binlerce cami hocasına maaş veriyor. Yani kadınların para karşılığında fuhuş yapılmasının serbest sayıldığı bir kurumla, aynı fiilin zulüm ve suç sayıldığı bir kurum aynı çatı altında çatışmasız ve uzlaşmacı bir şekilde barınmaktadır. İncirlikte üst kurulmasına ve buradan uçakların havalanıp sebepsiz yere başka bir ülkeyi bombalayıp, yaklaşık 1 milyon insanı katledip, on binlerce kadına tecavüz edilmesine sebep olan izni veren yani zulme destek veren kurum ile, zulme destek olmakla, zulmü yapmanın eş değer kabul edildiği dinin temsilcisi olan bir kurum aynı çatı altında çatışmasız bir şekilde bulunmaktadır. Zulme destek olan bir kurumla, zulme destek olmayı bırakın zulme sessiz kalmayı bile zulmü yapmakla eşdeğer gören bir kurum nasıl uzlaşıyor nasıl çatışmıyor?
İslam dini sıradan bir Müslüman dan tutunda müftüye, diyanet işlerinin başkanına kadar her insana emrediyor, zulmü yapmakla, zulme destek olmak ve zulme sessiz kalmak aynıdır, hepsinin günahı ve cezası eşittir. İster pilot olup incirlikten havalanıp Irak’taki mazlum insanları bombalamışsın, ister incirlik üstünün açılmasına sebep olmuşsun, istersen de bu haksızlığa sessiz kalıp tepkini göstermemişsin bunların hepsi aynı derecede suçtur. Çünkü senin sessiz kalman yapılan zulmü desteklemen demektir. Zalimler senin sessizliğinden cesaret alırlar, senin sessizliğin onlar için psikolojik bir destektir. Onlarla yaptığın bir işbirliğidir. Din diyor ki mazluma din sorma, din diyor ki haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır. Eğer 25 senede emekli olanların olduğu bir yerde 5 senede emekli olanlar varsa unutma ki sessizliğinle onların yapmış olduğu haksızlığa sende ortak olursun. Eğer senin yaşadığın coğrafyada kadınların onur ve şerefleri ayaklar altına alınıp bedenleri satılıyorsa, işçiler ve köylüler sömürülüyorsa, insanın tabii hakları ihlal ediliyorsa sen susamasın. Kimsenin seni susturmaya hakkı yoktur. Bir köpeğin bile insan üzerinde hakkı vardır. Siz köpeği aç bırakamazsınız, işkence yapamazsınız, sebepsiz öldüremezsiniz v.s. Her hayvanın ve insanın doğuştan olan yetenekleri o hayvan ve insanın doğal hakkıdır ve elinden alınamaz. Mesela yürümek ayakları olduğu için bir hayvanın yeteneğidir. Siz bu hayvanın ayaklarını bağlarsanız o hayvanın o hakkına tecavüz etmiş olursunuz. Eğer kuşun uçmak için kanatları varsa kimsenin o kuşun kanatlarını bağlamaya veya başka bir şekilde onun uçma yeteneğini, uçma özgürlüğünü elinden almaya hakkı yoktur. Aynı şekilde kimse bir hayvanı neden okutmadınız diye hesap sormaz çünkü hayvanın böyle bir yeteneği yoktur. Ama insanda böyle bir yetenek olduğu için her insanın okuma ve yazma hakkı vardır. Yani her insanın kendisine verilen yeteneklerinden dolayı insanî hakları vardır. Dolayısıyla insanda eğer düşünme ve düşündüğünü ifade etme yeteneği varsa ki vardır o zaman her insanın düşüncesini ifade etme hakkı vardır. Hiçbir kurum ve hiçbir yasa insanın bu insani ve tabii hakkına tecavüz edemez, elinden alamaz.
Kanun gücünü nereden alır, hiç şüphesiz adaletten alır. Eğer kanunda ve yasada adalet yoksa adı kanunda olsa yasada olsa zulümdür. Örneğin halkın 25 senede emekli olduğu bir dönemde, milletvekillerinin 5 senede emekli olması yani kıyak emeklilik yasası, bir kanundur. Neden böyle bir kanun çıkartılmıştır, adalet bunu gerektirdiği için mi? Şimdi bu kanundur diye bizim bunu kabul etmemiz ve buna ses çıkarmamamız mı gerekiyor? Eğer bu kanun gücünü adaletten almıyorsa bu zulümdür. Kısacası adalete ve temel insan haklarına dayanmayan bir kanunun ve yasanın hiçbir değeri yoktur.
İnsan olarak diyorsun ki keşke şu mikrofon 15 dakika da benim elime verilse de şu adaletsizlikleri, haksızlıkları halkıma bir haykırsam. Ruh ve fıtrat gerçekleri halkla paylaşmak istiyor, haykırmak istiyor, hesaplaşmak istiyor ama olmuyor fıtratın bu haklı talebi kanunla bastırılıyor. Dolayısıyla sormak lazım bir insanın tabii hakkı olan düşünceyi ifade etme hakkını bir başka insanın elinden almasının dayanağı nedir? Bu hakkı nereden alır? Daha doğrusu birilerinin insanın tabii haklarını bastırmak için kanun çıkarma hakkı var mıdır? Eğer böyle bir kanun varsa bu kanunun temeli adalete mi dayanır yoksa zulme mi?
Diyanet işleri başkanlığı bu kadar haksızlık karşısında tek kelime etmiyor. Allah haksızlığa sessiz kalma diyor, peygamber “en büyük ibadet zalim bir yönetici karşısında hakkı dile getirmektir” diyor, diyanet işleri “bizim bu konuda görüş belirtme hakkımız yoktur” diyor, çünkü kanunlar diyanetin susmasını emrediyor. Sormak lazım “sen kimin dinini yaşatıyorsun? Allah’ın dinini mi, yoksa hakim sınıfın dinini mi?” Eğer sen Allah’ın dininin temsilcisiysen dinin emri ortada. Din zulme sessiz kalmakla, zulmü yapmayı eşit görüyor. O halde hiçbir kanunun seni susturmaması gerekir. Aslında kanunun yalnızca diyanet işlerini değil bir ilkokul öğrencisini dahi susturmaya hakkı yoktur. Hiç kimsenin insana ait olan tabii haklarını ihlal eden kanun çıkarmaya hakkı yoktur. Esasında kanunlar insan haklarını korumak için konulmalıdır.
Ben diyanete şunu söylüyorum aslında sizin bu kadar haksızlık karşısında sessiz kalmanızı bırakın dini insanlığınız kabul ediyor mu? Gözünüzün önünde Irak’ta olduğu gibi birileri çocukları katledip, kadınlara tecavüz etse orda susabilir misiniz? Müdahale etmez misiniz, eğer etmediyseniz insanlığınızdan utanmaz mısınız? Bu olayların Irak’ta gerçekleşmesiyle, diyanet işleri başkanlığının önünde gerçekleşmesi arasında ne fark var? Hangi kanun bir insanı kendi gözleri önünde yapılan haksızlığa karşı susturma hakkına sahiptir. Oysa her zulüm ve haksızlık eğer o zulümden haberdar isek o zulüm bizim gözlerimizin önünde gerçekleşiyor demektir. Kimsenin böyle bir kanun çıkarmaya hakkı yoktur. Bu kanun ancak hakim sınıfın, zorba ve zalim sınıfın kanunudur, mazlum ve ezilen sınıfın değildir. Siz bu kadar haksızlığa karşı susuyorsunuz ve “kanunlar böyle diyorsunuz” Peki Allah, dini yeryüzündeki haksız ve adaletsiz olan kanunlara uyması ve itaat etmesi için mi gönderdi yoksa o kanunları ortadan kaldırmak amacıyla mücadele etmek için mi gönderdi. Firavun’un da kanunları vardı, Nemrut’un da kanunları vardı, Yezit’in de kanunları vardı. İsrail’in, Amerika’nın da kanunları var.
Bugün elliyi aşkın İslam ülkesi var ve 1–2 ülkenin dışında hepsi Amerika ve İsrail’in maşası olmuştur. Peki, bu ülkelerde din adamları yok mudur ve din zulme karşı gelmeyi, zulme destek olmamayı emretmiyor mu? Bu ülkelerdeki din âlimleri devlete değil de Allah’a bağlı olsalardı, başlarındaki yöneticiler ABD uşağı olabilirler miydi? Demek ki o ülkelerde ki kanunlar hakim sınıfın kanunları, onların çıkarlarına göre düzenlenmiş ve o ülkelerdeki devlete bağlı din alimleri de Allah’ın değil büyük oranda hakim sınıfın emrinde. Allah’ın dinini değil onların dinini yaşatıyorlar. Bir maaş karşılığında susturuluyorlar. Oysa eğer İslam dininin âlimiysen bil ki, kafana koy ki âlim devlete değil Allah’a bağlı olur. Hiçbir insan onu susturamaz.
Toplumun mükemmelliği için kişiler noksanlaştırılmaktadır. Mesela toplum verilen emre itaat edecek disiplinli askere ihtiyaç vardır. Eğer ona “şu bombayı at” deseler o kişi orada masum insanlar var diye düşünmemelidir. Bu insan bu emri uygulamam gerekir mi, neden diye sormamalıdır. Aksi takdirde toplumun işine yaramaz. Aynı şekilde her haksızlığa karşı çıkan âlimde onların işine yaramaz. Âlim yapılan bu iş insani midir yoksa haksızlık mıdır? Allah’ın kabul ettiği bir şey midir, yoksa değil midir? Diye sorgulamamalı, düşünmemelidir. Aksi takdirde onların işine yaramaz. O halde fıtrat dini yaşatılmıyor, hâkim sınıfın dini yaşatılıyor.
Kısacası önümüze iki tane dinin çıktığını görüyoruz. Ezenin dini ve ezilenin dini. Tarihe baktığımızda bu iki dinin sürekli birbiriyle savaştığını görüyoruz. Yani peygamberler içinde bulundukları sistemin kabul ettiği ve sistemin çıkar ve menfaatine hizmet eden dine karşı savaşıyorlardı. Örneğin Musa peygamberin savaştığı Firavun dinsiz değildi. Ama o din Firavun’un sömürü çarkına hizmet eden, halkı Firavun’a köle eden Firavun’un diniydi. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in savaştığı Mekke aristokratları da dinsiz değillerdi. Onlarında bir dini vardı. Ama onların diniydi. Ve peygamberin mücadelesi onların dinini ortadan kaldırmaktı.
İslam dini asla zulme karşı sessiz kalmayı emretmez. Ama peygamberden sonra İslam’da birçok ilke gibi bu ilke de çiğnenmiştir. Sözde Müslümanlar Peygamberin ailesini yaşatmadıkları gibi, getirdiği dini de yaşatmamışlardır. Peygamberin kardeşimdir dediği imam Ali, torunları imam Hasan, imam Hüseyin, imam Hüseyin’in oğlu imam Zeynu’l Abidin, onun oğlu imam Muhammed Bagır ve sırasıyla 11 imam katledilmiş, zehirletilmiştir. Peygamber adına kendi zulümlerini destekleyecek, yalan hadisler uydurmuşlardır. Peygamberin ailesini yaşatmayan, getirdiği dini yaşatır mı? Yani peygamberin yerine öyle insanlar oturuyor ki peygamberin ailesini katlediyor, peygamberin dinini nasıl yaşatsın. Kısacası yıllarca peygamberin karşısında peygambere karşı savaşan egemen güçler, bu sefer bu entrikalarını Müslüman görünümünde yaptılar ve peygamberin dinini ortadan kaldırıp kendi dinlerini yerleştirdiler. Sömürü ve zulüm dinini.
Ve dine karşı din savaşı vermek İmam Hüseyin’e düştü. İmam Hüseyin İslam diyordu. 6 aylık bebeğe su vermeyip boğazından oklayarak öldüren Yezidlerde İslam diyordu. 6 aylık çocuğa su vermemek, çocuğu oklamak, peygamberin torunun başını kesip mızraklar ucunda taşımak onların diniydi. Onlar buna din diyorlardı.
O dönemde Müslümanların İslam inancı hakkındaki görüşleri farklılaşmıştır. Örneğin bir gurubu cebriydi. Bunlar diyorlardı ki Yezid’in orda olması Allah’ın takdirdir. Allah dilemeseydi Yezid orda olmazdı. Dolayısıyla Allah Yezid’i görmüyor mu, onun yaptıklarından haberdar değil mi? Bırakın Allah ne dilerse o olsun. Siz Allah’ın takdirine karşı mı geliyorsunuz? Bir gurubu tefvizciydi. Bunlar diyordu. Allah nasıl olsa insanların yaptıklarının hesabını bir gün soracaktır. Siz niye hesap soruyorsunuz. Eğer Allah kıyamette Yezid’i bağışlarsa siz Allah’ın bağışladığı insana savaş açmakla Allah’a karşı savaş açmış olmaz mısınız?
Bir gurubu da kendini mescide vermiş gece gündüz ibadet ediyordu. Ama Hüseyin’in dini bu değildi. İmam Hüseyin Mekke’den ayrılırken dedi ki ”ben ceddim Resulullah yani Hz. Muhammed ve Babam Ali gibi yaşamak istiyorum”. Hüseynin dini babası Ali’nin , ceddi Muhammed’in diniydi. İnsanlar o durumda iken o kendisini mescide adayıp gece gündüz ibadet edemezdi, veya bu Allah’ın kaderidir diyip bu kadere boyun eğemezdi veya nasıl olsa Allah bir gün zalimlerin, alçakların hesabını soracaktır deyip bu zulme sessiz kalamazdı onun dini bunlar değildi. İmam Hüseyin “zilletle yaşamaktansa izzetli bir şekilde ölmek daha iyidir dedi, bu alçak oğlu alçak bizi iki şey arasında bırakmıştır, biat ve kılıç. Yezid biat etmektense ey kılıçlar doğrayın beni, ben böyle bir ortamda ölmeyi saadet biliyorum, zalimlerle yaşamayı ise alçaklık”.
Şimdi sen eğer ortada “zalimlerle mücadeleyi ilke edinmiş, yeryüzünü haksızlıklardan, adaletsizliklerden, sömürüden kurtarmayı ilke edinmiş, zulme sesiz kalmayı zulmü yapmakla eş değer görmüş bir din görüyorsan o din peygamberin, imam Ali’nin, İmam Hüseyin’in dinidir, o din senin dinindir. Ama bu dinin yerine zalimlere itaat eden, sömürüye sessiz kalan, egemen güçlerle ortak hareket eden bir din görüyorsan bil ki o din İslam değildir. O din onların dinidir.
NEDEN LAİK DEVLET?
Laikliğe göre din devlet işlerine karışamaz. Yani egemen güçler, para babaları bir devlet kuruyorlar bu devlet içerisinde genelevden tutunda birahanelere kadar önce para diyen, bir sistem kuruyorlar, sömürüyorlar, yağmalıyorlar, incirlik gibi emperyalist ülkelere üstler açıp ülke insanını onlara kuyruk yapıyorlar ondan sonra da “sanat devlet işlerine karışmasın”, “sinema devlet işlerine karışmasın”, “rektörler, dekanlar, öğrenciler devlet işine karışmasın”, “din devlet işine karışmasın” şu karışmasın, bu karışmasın ki biz rahat bir şekilde sömürümüzü gerçekleştirelim demek istiyorlar.
Bunun gerçek adı “din devlet işine karışmasın” değil “din sistemin insanları sömürmesine karışmasın” dır. Bu sistem yalnızca din bizim işimize karışmasın demiyor, bizim sistemimizle uzlaşmayan, herkes (sosyalist, işçi, köylü, öğrenci, hakim, savcı, asker, rektör, dekan, polis v.s.) bizim işimize karışmasın diyor.
Peki sizin işinize kim karışacak? Onların işine halkın seçtiği siyasetçiler karışacak. Peki kim bu siyasetçiler? Onların sömürücü düzenini destekleyen siyasetçiler? Çünkü o siyasetçileri aslında halk seçmiyor, onlar seçiyor.
Bush hiç şüphesiz demokrasi ile seçildi. Ama dünya halkları, demokrasi ile seçilen Bush’dan nefret ediyor. Yani demokrasi kendisinden nefret edilen, katil, yalancı, sömürgeci, alçak bir insanı başa getirmiş. Halk ister mi ki yöneticisi katil, alçak, yalancı, iki yüzlü bir insan olsun? Oysa Bush’u halk seçti. Bılair’de aynı yöntemle seçildi ve insanlar ondan da nefret ediyor du? Şaron, Olmert’de nefret edilenler arasında.
Peki halk yöneticilerinin katil, iki yüzlü, yalancı olmasını istememesine rağmen, nasıl oluyor da halkın seçiminin sonucunda bu insanlar halka yönetici oluyorlar? Çünkü günümüz demokrasisinde paran varsa, medya arkandaysa, para babaları olan işadamlarının çıkarlarına öncelik tanıyorsan, emperyalizmin hizmetinde olmayı vade etmişsen bir bakıyorsun ki sistem seni ülkenin başına getirtmiş. Mesela sınıf başkanı seçilecek. 40 kişilik sınıfta herkes birbirini tanıdığı için adayların kendini tanıtmaları için herhangi bir maddiyata gereksinimleri yok. Fakirde olsan, zengin kadar seçilme olasılığın var. Ama milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede kendini halka tanıtabilmen için büyük paralara ihtiyacın var. Eğer yoksa büyük parası olan insanlara ihtiyacın var. Onların desteğini alman içinde dürüstlük ilkesinden vazgeçip seçildikten sonra onlara vefa borcunu ödemen yani onlardan yana siyaset yapman gerekir. Kısacası seçimi ilk önce hakim sınıf yapar ve halka kendi seçtikleri yöneticilerden birini seçme tercihini sunar. Yani kapitalizmin olduğu yerde gerçek demokrasi olamaz.
Biz de halk olarak avutuluyoruz. Kendi idarecimizi kendimizin seçtiğini zannediyoruz. Oysa ki biz kendi idarecimizi değil, düzenin idarecisini seçiyoruz. Vurgulamak isteğim asıl nokta, demokrasinin düzenin kendi çıkarları doğrultusunda kullanıldığı, her ne kadar da demokrasi halkın egemenliği olarak lanse edilmiş olsa da esasında demokrasi ile halkın kandırıldığı ve sömürüldüğüdür Halk bir oy kullanırken, bir de cepheye asker gerek duyulurken lazımdır. Çünkü kapitalist sistemlerde iki yönetici vardır. Biri hükümet, diğeri ise hakim sınıftır. Hükümet hakim sınıfın kontrolündedir. Batı demokrasilerinde ve ülkemizde hakim sınıf hükümeti zorla değil, oyla çıkartıyor. Ali Şeraiti der ki: “Onlar sahte oyları sandığa koymuyorlar, oylarını bilinçsiz halkın beynine koyarak istediklerini getiriyorlar. Demokrasi ile diktatörlüğü birbirinden ayıran sebep, diktatörlüğün maskesiz olması, demokrasinin ise maskeli olmasıdır.” Kısacası hakim sınıf öncelikle medya aracılığıyla istediği halkı yaratıyor ve bu halkın eliyle de kendi düzeninin muhafızlığını üstlenen adamlarını yönetici yapıyor.
Yani para babaları olan hakim sınıf önce kendi hizmetinde olan birilerini halkın eliyle başa getiriyor ondan sonra da “şu bizim işimize karışmasın” “bu bizim işimize karışmasın” diyor. Çünkü eğer din devleti işine karışırsa “ gerçek Allah’a bağlı din adamı diyecek ki “şu genelevleri kapat, burada mazlum insanların bedenleri mafyanın zoruyla satılmaktadır”, “incirliği kapat, burada uçaklar havalanıp masum insanları bombalamaktadır”, “faizli bankacılık sistemini kaldır, bu sistem üretmeden, üreten insanın emeğini sömürmektedir”, v.s.
Maalesef önce “para” diyen bir sistem var ve bu sistemde insan, paraya kurban edilmektedir, para insana değil. Önce “para” değil de, önce “insan” denilseydi, bu ülkede her sene sigaradan dolayı “117.000” insan hayatını kaybetmezdi, güzellik yarışmalarıyla kızlar aldatılıp vücutları sömürülmez, zengin masalarına çerez yapılmazdı, at yarışları, iddialarla halk soyulmazdı, hakim sınıfın emperyalist ülkelerin rüşvetlerini alma arzusuyla, emperyalist ülkelerin üstleri kurulup masum insanlar bombalanmazdı. Eğer Amerika veya İsrail Türkiye’de üst açarsa mutlaka bunun karşılığında bir şey verecektir. Onların verdiklerinden en çok nemalananlarda halk değil hakim sınıf olacaktır. Kısacası para babaları birilerini paranın gücüyle başa getirecek, başa gelenler halkın zararına, onların yararına iş yapacak ve kimsede onların işine karışmayacak. Devletin tek sahibi, onların hizmetinde olan, onların başa getirdikleri siyasetçiler olacak.
“Din devleti yönetemez”, ibaresiyle “din devlet işlerine karışamaz” ibaresi çok farklıdır. Bizim şuanda eleştirdiğimiz ibare ikinci ibaredir. Ve diyoruz ki, neden senin yaptığın haksızlılara sosyalistiyle, din adamıyla, rektörüyle, öğrencisiyle, hakimiyle, savcısıyla, askeriyle, polisiyle insanlar karışmasın? Sen insanların kendi düşüncesini ifade etme hakkını hangi hakla ellerinden alıyorsun?
Eğer siz, sizi kendi insanî duygularınızla hareket etmeye engel olacak gibi her türlü yozlaşmayı ayaklarınızın altına alırsanız, işte o zaman Allah’ın yarattığı o devrimci ruhu çıkartır ve haksızlıkları ortadan kaldırırsınız. Özgürlük, adalet, eşitlik ancak insanî değerlerin yaşatılmasıyla hayat bulur. Ancak emperyalizm insanın önüne öyle bir hayat koymuştur ki, önce çıkarlarım diyen bir insan var, şerefsizliği, onursuzluğu, menfaatçiliği, adaletsizliği bir hayat felsefesi olarak kabul eden bir insan var. Bana neci, neme lazımcı, önce ben diyen bir insan var. Bu insan kendi doğasından uzaklaşan, kendi özünden uzaklaşan emperyalizme oyuncak olan bir insandır. Bu insan onların medyayla, sinemayla, dizilerle, magazin programlarıyla, tiyatrolarıyla, şiirleriyle, kahvehaneleriyle, birahaneleriyle, genelevleriyle, ganyan bayileriyle yaratmış olduğu insan modelidir. Bir insan yanlış terazi ile doğru tartabilir mi? Onlar insanlarımıza halkımıza, televizyonlarıyla, medyasıyla v.s. bakın böyle bir insan olmanız gerekiyor, sizin örnek almanız gereken insan modeliniz budur diyorlar. Eğer siz o modelde değilseniz siz ya gerici örümcek kafalı oluyorsunuz, ya terörist oluyorsunuz ya da v.s.
Onlara göre iyi insan çok tüketen insandır. Eğer siz bu modele uymuyorsanız çağa ayak uydurmamışsınız demektir. Onlara göre kadının model alması gereken insan conilerin dişi oyuncakları olmuş, erkeklerin pis arzularına karşılık verdikleri oranda bir değere sahip olan, beyninin içi değil vücudu önem taşıyan bir kadın olmalıdır. Bu hayat felsefesinde kalçaların güzelse, göğüslerin dikse bir önem ve değere sahipsin aksi takdirde sen insanlık adına mücadele edip işkenceler görmüşsün, bilim adına yıllarca hizmet etmişsin bunların bir değeri yoktur. Artık insanların değer yargıları değiştirilmiştir. Emperyalizmin yarattığı insan modeli insanın düşüncesine, ahlakına, insanlığa vermiş olduğu hizmete, dürüstlüğüne bakmıyor, insanın kıyafetine, yaşadığı mahalleye, bindiği arabaya, gezdiği kıza bakıyor. Eğer bir kızı bozmuşsan senden daha erkeği, daha delikanlısı yoktur. Bu değer yargısına göre boynunda papyon varsa birinci, başında örtü, yüzünde sakalın veya alnında yıldızlı beren varsa ikinci sınıf insansındır. Ne kadar dürüst olursan ol, ne kadar namuslu olursan ol, ne kadar özgürlük, hürriyet, adalet savaşı verirsen ver boynunda papyon, üzerinde mini etek olmadı mı asla birinci sınıfa giremez sınıf atlayamazsın.
Oysa insan fıtratına, insanlık değerlerine göre birinci sınıf insan okuyan, düşünen, araştıran, sorgulayan, zalimlere hesap soran, mazlumların yanında olan, susmayan, halkını aydınlatan, yalan söylemeyen, halkını aldatmayan, dürüst, namuslu, merhametli, yardımsever v.s.insanlardır. İkinci sınıf insan ise zulmeden, sömüren, aldatan, tecavüz eden v.s. insanlardır. O halde biz kahrolası Emperyalizmin değer yargılarına göre mi insanları değerlendireceğiz yoksa insanî değer yargılarına göre mi? Bizim için önemli olan kişinin giyimi, saçı, sakalı, inancı mı olmalı yoksa dürüstlüğü, ahlakı kısaca insanlığı mı olmalı?
İmam Hüseyin Kerbela savaşının sonlarına doğru düşman askerleri imam Hüseyin’i bırakıp imam Hüseyin’in akrabalarının, kadınlarının bulunduğu çadırlara saldırıyorlar. Tabiî ki bu insanların davası eğer imam Hüseyin’leyse o halde neden imam Hüseyin değil de onun kadınlarına saldırıyorlar? Hiç kuşkusuz savaşmanın da bir usulü, şerefi vardır. Ama bu savaşta düşman insanî olmayan bir çok hileye başvurmuştur. İmam Hüseyin’i ve çocukları susuz bırakmışlar, kadınlara saldırmışlar, ölü bedenlere işkence yapmışlar, 6 aylık bebeği oklamışlar v.s. İşte bu noktada İmam Hüseyin tarihi bir söz söylüyor ve diyor ki “eğer dininiz yoksa, ahirete de inanmıyorsanız hiç olmazsa özgür olun, insanlık şerefinizi ayaklar altına almayın”.
Yani demek isteniyor ki “siz Müslüman olsanız da, olmasanız da, bir dine inansanız da, inanmasanız da, ister Hıristiyan, ister Yahudi, ister Ateist olsanız da siz insan olmak zorundasınız, insanlık şerefinizi ayaklar altına alamazsınız.” Her insanın hangi dine, hangi ideolojiye sahip olursa olsun temelde insan olma zorunluluğu vardır. Bu durumda her insan önce insani değerlere, insani vazifelere sahip olmak zorundadır. “Özgür olun” sözünün maksadı ise “siz paraya kul olduğunuz için, Yezid gibi aşağılık insanlara dalkavukluk yapıp kendi benliklerinizi onlara satıp, onlara köle olduğunuz için, kendi hür iradenizi çıkarlarınızdan dolayı onlara teslim ettiğiniz için bütün insanî değerleri, insanlık şerefinizi ayaklar altına alıyorsunuz, eğer sizler özgür olsaydınız para ve diğer maddi çıkarlarınız için başkalarına bağımlı olmasaydınız zillet elbisesini giymeseydiniz siz bu insanlık dışı fiilleri yapmazdınız insanlığınız buna engel olurdu. Ama ne var ki çıkarlarınız sizi özgür bir insan olmaktan çıkarmış insanlara kul yapmıştır, sizi köpekleştirmiştir, sizin onur ve şerefinizi ayaklar altına almıştır. Hiçbir insana kul olmayan, özgür olan insanlar ise işte asıl şerefli olan insanlar onlardır. Eğer insan hür olursa paraya, makama, şöhrete, insanlara kul olmazsa o insandan insanlık şerefini ayaklar altına alması beklenemez, o insandan ancak insanlık beklenir. Ama o insan Müslüman olsa da, ateist olsa da eğer özgür değilse, çıkarları onu birilerine köle yapmışsa hiç şüphesiz onun için insani değerler değil, köle olduğu kişinin emirleri öncelik taşır, çıkarları öncelik taşır, buda onu insanlıktan uzaklaştırır ve insanlık şerefini ayaklar altına almasına sebep olur.”
Hiç şüphesiz dün özgürlüklerini ve bununla beraber insanlıklarını Yezid’e satanlar bugün özgürlüklerini emperyalistlere, kanla beslenen köpek balıklarına satmışlardır. Bu yazıda birazcık olsun insanların Ehli Beyt İslam’ını anlamalarını amaçladım. Çünkü dün Muaviye İslam’ı vardı bugün ise Amerika İslam’ı var. Oysa biz gerçek İslam’ı, Hz. Muhammed’in savunduğu İslam’ı tanıtmak istiyoruz. Yani birbirimizi tanıyacaksak emperyalist ülkelere ve emperyalist politikalara gönülden biat etmiş yayın organlarından, kendi özgürlüklerini emperyalistlere satmış, İmam Hüseyin’in tabiriyle insanlık şerefini ayaklar altına almış kölelere göre değil, birbirimizi birbirimizin dilinden tanıyalım istedim. Eğer onların diliyle birbirimizi tanırsak onların değer yargılarına göre birbirimizi tanımış oluruz ki buda gerçek bir tanımlama değildir. Özgür düşünmek, özgür olmak ve insanları emperyalist değer yargılarına göre değil, düşüncelerine, doğruluklarına, haksızlık karşısında ki duruşuna, zalimlere karşı olan tavrına yani insanî değer yargılarına göre değerlendirmek zorundayız.
DİN EZİLENLERİN KENDİLERİNİ TESELLİ ETME AMACIYLA FAKİRLER TARAFINDAN MI KURULMUŞTUR
Sınıflı bir toplumda dinin kökleri,sosyal gelişme unsurları,sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar.Din burada Lenin’in sözleriyle “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı forumlarından biridir.
Yani yaratıcı ve din düşüncesi mahrumiyet,sefalet,yokluk içerisinde tedirgin,çaresiz yalnız kalmış,devamlı olarak başkalarının hesabına çalışmaktan bunalmış,ezilmiş halk kitlelerinin kalplerinde besledikleri kurtuluş,saadet ve intikam özlem ve hayalinden doğmuştur.
Oysa bu görüş gereğince sadece mahrumiyet ve sefalet içerisinde olanların dini kabul etmeleri ve böyle problemleri olmayanların ise dinsiz olmaları gerekir. Oysa gerek İslam dini olsun gerekse diğer ilahi dinler olsun bu dinlere mensup birçok zengin insan vardır. Özellikle İslam dininin yayılmasında zenginlerin birçok katkısı olmuştur ki bunların ilki Peygamber efendimizin hanımı Hz. Hatice’dir. O halde mademki din mahrumiyet içerisinde yer alanların bir ürünüdür,o zaman mahrumiyet ve sefalet içerisinde olmayan zenginler de din düşüncesi nasıl doğmuştur?
Materyalistlerin kendi itiraflarına göre, ilk insanlar tabakasız (komün) bir yaşantı sürdürmekteydiler:gıda mamulleri herkesin ihtiyacından kat-kat fazlaydı. O toplumda insanlar, sömürmek, sömürülmek, ezilmek, mahrumiyet, sefalet içinde bunalmak değil, bu kavramların ne anlama geldiğinden haberdar bile değillerdi. Tarihin şahitliğine göre,onlarında dini inancı vardı.
DİNİ ZENGİNLER, FAKİRLERİ SÖMÜRMEK İÇİN Mİ KURMUŞTUR?
Lenin yapmış olduğu bir konuşmada mülk sahiplerinin, burjuvaların yani zengin insanların işçi ve köylü sınıfını kısacası fakir kitleyi sömürmek için dini oluşturduklarını,yani dinin zenginlerin,fakirleri sömürmek için ortaya attıkları sözlerden ibaret olduğunu ima etmiştir.
Marks ise dini sömürücü kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup,onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya attığı hileli bir ip olduğunu vurgulamıştır. Kısacası bu filozoflar, dinin mülk sahiplerinin, burjuvaların, zengin insanların, işçi ve köylü sınıfını sömürmek için ortaya attıkları sözlerden ibaret olduğunu, kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup, onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya atılan hileli bir ip olduğunu vurgulamıştır.
Eğer iddiaya göre dini ilk olarak zenginler kurmuşsa dinin ilk savunucularının zenginler olması, dinin ilk yayıcılarının zenginler olması gerekir. Şayet dini ilk olarak zenginler değil de fakirler yaymışsa, bu iddia tamamıyla ret edilmelidir ki, gerek Hıristiyanlık ve Yahudilik olsun gerekse İslam dini olsun, bu dinlerin ilk savunucuları ve ilk yayıcılarının büyük bir çoğunluğu fakirler olmuştur.
Bu iddianın ikinci tutarsız tarafı da şudur ki:şayet din zenginler tarafından, fakirleri sömürmek için kurulmuşsa, bu durumda zenginler tarafından kurulan dinin zenginlerin çıkarını gözetmesi gerekir.Oysa din hiçbir zaman zenginlerin tarafından olmamış, zenginlerin çıkarlarını gözetmemiştir.Mesela İslam’dan önce faiz zenginlerin bir numaralı gelir kaynağı ve sömürü aletiydi, fakat İslam dini zenginlerin bu gelir kaynağını yasaklamıştır.Kurân bu hususta buyuruyor ki:
Ey iman edenler! Eğer müminler iseniz, Allah’tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın.Şayet yapmazsanız Allah’ın ve Resulünün size savaş açtıklarını bilin.
Marksistlerin iki tane bilinen temel görüşü vardır. Bunlardan ilki dinin zenginlerin fakirleri sömürmek için uydurulduğu, ikincisi ise devletin egemen güçlerin, zenginlerin, elit tabakanın eliyle kurulduğudur. Yani din ve devlet zenginler tarafından kurulmuştur. Amaç fakirleri daha çok ezmek, onları daha fazla sömürmektir.
Birinci görüşe şu şekilde katılabiliriz. Din zenginlerin fakirleri sömürmek amacıyla kullanılmıştır. Ama İslam dini zenginler tarafından kurulmamıştır. Örneğin Sovyetler birliği işçi sınıfı ile yani ezilenlerle kuruldu ama daha sonra yönetim elit tabakanın, zenginler sınıfının eline geçti. İslam dinide zenginler tarafından kullanılmıştır ama bu dini asla onlar kurmamıştır.
İkinci görüşe gelince Engels devletin kökeni adlı kitabında “bütün devletlerin egemen güçlerin eli ile kurulduğu, devlette söz sahibi olanların hep onlar olduğu, kanunların onların çıkarlarına dayalı olduğu ve bu devletlerin halktan uzaklaştığını” ima etmektedir.
Bu mantıklı bir tespittir. Çünkü bugün dünya devletlerine baktığımız zaman bu devletlerin genelinin halkından kopuk olduğunu ve kanunların halkın çıkarına değil, zengin sınıfın çıkarına dayalı olduğunu v.s. görüyoruz. Eğer bu devletleri fakir insanlar kursalardı hiç şüphesiz kanunları zenginlerin çıkarlarına değil kendi çıkarlarına göre düzenlerlerdi. Biz aynı mantıkla hareket ettiğimizde peygamberin Medine’de kurduğu İslam devletinin bir istisna olup fakirlerin eli ile kurulduğunu ve fakirlerle yönetildiğini görmekteyiz.
Çünkü bu devlet zenginin kurduğu ve yönettiği bir devlet olsaydı bu devlette zenginlerin bir numaralı sömürü aleti olan faiz yasaklanmazdı, karaborsacılık yasaklanmazdı, kazancın 5/1’i zorunlu olarak verilmezdi (zekatın yani malın 40/1’ini vermek dışında her Müslüman kazancının 5/1’ini vermek zorundadır, ayrıca ihtiyaç olmayan ve toplumca lüks kabul edilen aldığı her malın fiyatının 5/1’inide vermek zorundadır. Buna humus denir). Yine bu devlette zenginler hiçbir zaman söz sahibi olmamışlardır. O dönemde bir davet yapılacağı zaman zengin insan daveti yapardı. Ama peygamber ezanı hep Bilal’ e okutturdu. Çünkü Bilal Habeşli bir köle idi. Malı mülkü yoktu ve zenciydi. Peygamber köleleri zenginlerin önüne geçirip namaz kıldırttı. Kesin dedi uzun sakalları çünkü zenginliğin bir simgesiydi. Kesin uzun cübbeleri çünkü zenginliği simgeliyordu. Peygamber sınıfsal imtiyazı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Bunun gibi birçok örnek vardır.
Sadece şu örnek bile yeterlidir. Mesela bugün sosyalistlerin kapitalizmi eleştirdikleri en çok nokta kapitalistlerin işçilerin emeğinden artı değer üretmeleridir. Kapitalistler fabrikalarında yüzlerce-binlerce işçiyi çalıştırır onların sırtından bir değer üretir. İşçiye verdiği ücretin dışındaki para yani kar, işçilerin sırtından ürettiği artı değerdir. Yani patronun karı işçinin üretmesi ile orantılıdır. Ne kadar çok işçi çalışırsa kar o kadar yüksek olur.
Bunun dışında kapitalizmden daha da kötü bir sistem vardır oda köleciliktir. Kapitalist sistemlerdeki bir işçi köleye göre çok-çok iyi konumdadır. En azından maaş, mesai, senelik izin, emeklilik, tazminat v.s. hakları vardır. Ama köle öyle değildir. Ver bir kuru ekmek eline akşama kadar çalıştır. Artı değerden de karlı ve masrafsız bir iş. Örneğin Amerika altın ve gümüş madenlerinde yerli halkı köleleştirip çalıştırmıştır. Bu bir yağmadır ve ilkel birikimi sağlamıştır. Artı değerden daha büyük bir yağmadır. İlkel birikim yağmasıyla İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa, İngiltere v.b. birçok ülke yararlanmıştır.
Dolayısıyla İslam devleti zenginlerin eliyle kurulmuş olsaydı veya zenginlerin yönetiminde olan bir devlet olsaydı İslam peygamberi ve beraberinde ki Müslümanlar çalışmazlar, köleleri tarlalarda, maden ocaklarında çalıştırarak artı değerinde üstünde büyük servet sahipleri olabilirlerdi. Ama bunu asla yapmadılar. Onlar köle azat etmeyi Allah’a yakınlaşma yollarından bir tanesi olarak kabul ediyorlardı. Buda gösteriyor ki İslam ne zenginlerin eliyle kurulmuştur nede onlar söz sahibi olmuşlardır.
Marks’a göre sosyalizm kapitalizmin çocuğudur. Yani sosyalizmi kapitalizm doğurmuştur. Dolayısıyla kapitalizm olmasaydı sosyalizm olmayacaktı. O halde eğer Marks peygamber efendimizin zamanında yaşamış olsaydı sosyalizmin bir gereği olan üretim araçlarının kamulaştırılması gibi bir ideolojiyi savunmuş olmayacaktı. Çünkü kapitalizm yoktu ve sosyalizm olmayacaktı. Oda en fazla o dönemde diri-diri gömülen kızın hesabını soracaktı, tefecilerin faiz alıp insanları sömürmelerine, karaborsacılığa, köleciliğe v.s. haksız uygulamalara karşı çıkacaktı. Beklide milliyetçiliğe, ırkçılığa peygamber efendimiz gibi “Araplık benim ayağımın altındadır” demeyecekti daha farklı bir tepki gösterecekti. Sonuçta sosyalizm diye bir sloganla değil de, başka bir insanî sloganla ortaya çıkacaktı.
Mesela Marks’ın bir diyalektik yasası vardır. Üretim araçları çoğaldıkça sömürü artacak ve ezen ile ezilen sınıf birbiriyle savaşacaktır. Yani zulüm çoğaldıkça, zulüm görenlerin zulmü yapanlara kini daha da artacak ve sınıflar arasında kaçınılmaz bir savaş yaşanacaktır. Peygamber efendimiz bunu farklı bir dille getiriyor ve diyor ki, “hiçbir devlet zulümle ayakta kalmaz”. Neden zulümle bir devlet ayakta kalmaz çünkü zulüm artıkça zulüm gören sınıfla, zulmü yapan sınıf arasında mutlaka çatışma kaçınılmaz olur ve bu çatışma zulüm kalkana kadar devam eder. İki ifade farklı olsa da verilen anlam aynıdır.
Peygamber efendimizin döneminde ekseri emeğin satılması değil emeğin kiralanması vardı. Mesela bir duvarcı bir başkası ile anlaşır ona duvar örer ücretini alırdı. Bu ücretlerle yaptığı birikim onun emeğinin karşılığı olan bir sermayeydi. Sosyalistler bu tür bir sermayeye karşı değillerdir. Yine bir ayakkabıcı kendi ürettiği ayakkabıyı kendi belirlediği bir fiyata satar ve kendi emeğinin karşılığını alırdı. Yine 10 kişi ortaklaşa bir tarlayı işletir karıda ortaklaşa pay ederlerdi. Buraya kadar emeğin sömürülmesi söz konusu değildi. Çünkü fiyatı belirleyende, belirlediği fiyatın direk sahibi olanda değeri ortaya çıkartan üreticiydi.
Kapitalizm ise 10 tane duvarcıyı çalıştıran, 20 tane ayakkabıcı çalıştıran ve bunların emeğinin üzerinden servet biriktiren yani artı değer üretendir. Bu ise emeğin satın alınmasıdır. Sosyalizm bundan sonra doğmuştur. İlk etapta ayakkabıcı kendine çalışıyordu, başkasının emrinde çalışması için bir neden yoktu. Ama şuanda ayakkabıcı kendisi için çalışmıyor başkasının emrinde çalışması onun için bir zorunluluk haline gelmiştir. Peki neden?
İlk zamanlarda kapalı ekonomi vardı. Örneğin bir köyü ele alalım. Bu köyde yağ üretiyorsunuz, yağı buğdayla değiştiriyorsunuz. Bal üretiyorsunuz, balı patates soğanla değiştiriyorsunuz. Çobanlık yapıyorsunuz karşılığında iki koyun alıyorsunuz. Köyün bekçiliğini yapıyorsunuz sene sonunda her evden iki teneke buğday alıyorsunuz. Bu kapalı yani dışa açık olmayan ekonomidir. Sonra gün geliyor köye bir bakkal açılıyor. Yumurta veriyorsunuz karşılığında bisküvi alıyorsunuz, tavuk verip fistan alıyorsunuz. Daha önce hiç ihtiyaç duymadığınız, gereksinimin olmadığı ve sonu gelmeyen harcamalar yapıyorsunuz. Siz aldıkça bakkal getiriyor, Bakkal burada köylünün ihtiyaç duyduğu malı getirmiyor. Önce malı getiriyor sonra nasıl olsa köylü getirdiğim bu malı alır diyor. Yani arz talebi yaratıyor. Ve burjuva yani orta sınıf doğuyor. Ürettiği ile tükettiği eşit olan bu köylü daha sonra burjuvanın gelmesiyle tükettiği ürettiğini geçiyor. Bu sefer köylü az üretip çok tükettiği için elden yemeye başlıyor ineğini satıyor, tarlasını satıyor, evini satıyor ve burjuvaya para yetiştiremiyor. Köylü fakirleştikçe burjuva zenginleşiyor. Burjuva sahte talebi yaratıyor. Eğer mini etek üretmişse başlıyor çarşaf giyenleri bir şekilde soymaya. Eğer çarşaf üretse en fazla beyazını kırmızısını üretecek ama bu fazla gelir getirmez. Onun için köylü açılmalı ve kendi kafalarında canlandırdıkları giysileri giymeli. İnsanlar onların kafalarında ürettikleri giysileri giymezlerse onların ölçülerinde modern ve çağdaş olmazlar. Yani çağdaşlık ve modern olmanın ölçüsü onların para kazanmak ve insanları sömürmek için kafalarında canlandırdıkları giysileri giymektir. Bu sefer yobazlıkla çağdaşlık arasında seçim yapmak zorunda kalan köylü, o güzelim beyaz ayranı terk edip yerine beyaz şarap içmek zorunda kalıyor ve oda çağdaşlaşanlar arasına giriyor. Dün tahta kaşıkla yemek yiyen köylünün önüne 500 çeşit kaşık türü konuluyor. 500 çeşit pantolon türü, 500 çeşit gömlek türü ve sonu gelmeyen sahte talepler. Elinde avucunda kalmayan Köylü mecbur şehre göç etmek zorunda kalıyor. Eskiden 5 ayakkabı üreten ve geçimini bunla sağlayan sanatkâr köylü şehre göç ediyor ama maalesef burjuva ayakkabıcısıyla rekabet edemiyor. Çünkü burjuva günde 1000 ayakkabı üretiyor. Köylünün 80 liraya ürettiği ayakkabıyı o 30 liraya üretiyor 50 liraya satıyor. Köylü 80 liraya ürettiğini 100 liraya satacak ki kar yapsın ama 50 liraya satanla rekabet edemiyor. Dolayısıyla büyük balık küçük balığı yutuyor. Köylünün elindekini, avucundakini alan küçük burjuva bakkal ise büyük burjuvaya yani gross marketlere, mega (dev, devasa) marketlere yeniliyor. Ve bu yarışta küçük olan hep yeniliyor ve onların daha büyükleri olan şirketler holdingler doğuyor.. Bunun ardından küçük şirketlerin yerini dev şirketler alıyor, yani dünya tekelleşmeye gidiyor. Bu şirketler bazen rekabet ediyorlar ve bu rekabet sonucunda bazı şirketler iflas edip kapatıyor bazen de kartelleşiyorlar ve kendi aralarında anlaşıp fiyatı donduruyorlar. Halk hangi şirkette alırsa alsın onların belirlediği rakamdan aşağıya alamıyor. Tabiî ki bu şirketler fiyat konusunda anlaştıkları gibi işçi fiyatlarında, onların sosyal hakları konusunda da anlaşıyorlar. Bizim ayakkabıcı dükkânını kapatınca mecbur işçi olmak zorunda kalıyor. Dün 5 ayakkabı üretip geçimini sağlayan bu köylü şimdi büyük makinelerle günde 1000 ayakkabı üretiyor ama geçimini sağlayamıyor. Üretim araçlarının çıkmasıyla sömürü de artıyor. Ayakkabıcı günde 1000 ayakkabı üretiyor, ama bu işçinin maaşı 1000 kat artmıyor. Üretim 1000 kat oldu ama maaşlar 1000 kat artmadı. Üretimin artmasından kaynaklanan kâr sermayedarın cebine girdi, işçinin değil. Dolayısıyla üretim araçlarının artması ile beraber zengin ile fakirin arasındaki uçurum da daha da genişledi. İnsanların sermaye sahibi olma hırsı onları insanî duygularından uzaklaştırdı. Bir esnaf, esnaflığı daha fazla sermaye sahibi olmak için, yani sermayesini büyültüp ikinci daha sonra üçüncü dükkânı açmak için yaparsa bu insan bir çok hileye başvurabilir. Ama bir esnaf yalnızca geçimini temin etmek için esnaflık yaparsa o esnaf ayakkabıcı ise en güzel ayakkabıyı müşterisine sunar, balcı ise balın şekersizini, çiftçiyse, ürettiğinin hormonsuzunu, en doğal olanını, en sağlıklı olanını müşterisine sunar. Çünkü amacı geçimini sağlamaktır insanları sömürüp daha fazla sermaye sahibi olmak değil. Dolayısıyla sermaye hırsı beraberinde ahlaksızlığı da getirdi. Şerefsizlik, adilik, alçaklık, sömürmek, ezmek bir yaşam felsefesi haline geldi.
Tabiî ki bizim işçi olan köylüler artık bu durumdan kurtulmak istiyorlardı, sömürülmek, ezilmek istemiyorlardı, çareyi örgütlenmede gördüler, örgütlenip patronun karşısında duracaklardı ama olmadı kanunlar hep onlar için bir engeldi. Belki dediler bir partiyi başa getirirsek bizim kurtuluşumuzu o sağlar oda olmadı. Çünkü kanunları da, partileri de belirleyen hep onların patronlarıydı. Mesela siz ABD’de başkan olmak için ya silah tüccarları tarafından desteklenmeniz lazım, ya da petrolcüler tarafından desteklenmeniz lazım yani paranın gücünü arkanıza almanız lazım. Türkiye’de de ya zengin olmanız ya da zenginler tarafından desteklenmeniz lazım. Medya patronlarının, iş adamlarının desteğini almanız lazım. Onlar tarafından desteklendiğiniz için de onların istediği doğrultuda hareket etmeniz lazım. Yani bir partiyi dürüst olması değil, paralı olması veya parayla desteklenmesi başa getiriyor. Paranın desteğiyle başa gelende hiç şüphesiz kendisine para desteği sağlayanın hizmetinde oluyor halkın hizmetinde değil. Dolayısıyla işçi kanunları gibi bütün kanunlar zenginlerin desteğiyle gelen partiler tarafından işverenin arzusuna göre düzenleniyor. Bu arada işçinin hakları vardır yok değildir. Ama eşeğin bile ölmemesi daha iyi çalışması için onun ihtiyaçlarını karşılarlar. Bu haklarda işçinin ölmemesi içindir, isyan etmemesi içindir. O halde demokraside bir yalandır. Ben parti kuruyorum ve partimi dürüst olduğumdan dolayı gariban fakir insanlar destekliyor. Karşı tarafında arkasında var 100 tane iş adamı, 10 medya. Tabiî ki benim adım bile duyulmuyor. Bana oy verenler bir tek beni şahsen tanıyanlar. Ona oy verenler ise evinde televizyonu olan herkes.
Burada insan haykırıyor ve artık bu yağmacı düzen yok olsun, yerine adalet, eşitlik, insan hakları temelinde bir dünya kurulsun. Ve bu uğurda devrimci mücadele başlıyor. Tarihin ve toplumun oluşturduğu benliği yıkan bir devrimci, asi bir “ben” doğuyor.
TARİHİN VE TOPLUMUN OLUŞTURDUĞU ZİNCİRLERİ KIRAN BİR DEVRİMCİ DOĞUYOR
Marks diyor ki insandaki “ben”i tarih oluşturur. Sosyalistler der ki insandaki “ben”i toplum oluşturur. Oysa burada tarihin ve toplumun oluşturduğu “ben”i ayaklar altına alan, tarihin ve toplumun kendi üzerinde oluşturduğu zincirleri kıran bir “ben” var. Özgürlük, hürriyet, adalet isteyen bir devrimci var. Kendi toplumuna karşı çıkan, o topluma “haydi uyanın, hesap sorun, hakkınızı arayın, ey yaşayan ölüler artık uyanın” diyen bir ben var. Peki o “ben” i kim oluşturdu. Eğer o “ben” toplumun oluşturduğu bir “ben” ise, neden o topluma karşı çıkıyor, neden o toplum gibi sessizliği, itaati, boyun eğmeyi yani o toplum gibi yaşamayı kabul etmiyor? Eğer o devrimci tarihin oluşturduğu bir “ben” ise neden tarihine isyan ediyor, neden tarihin kendi üzerinde oluşturmuş olduğu zillet elbisesini yırtıyor, neden tarihin oluşturduğu diğer insanlar gibi onursuzca ve şerefsizce yaşamayı kabul etmiyor? Burada bir doğa kanunu gerçekleşiyor ezen sınıfın zulmü arttıkça ezilen sınıfın mücadelesi, direnişi, isyanı ve karşı savaşı başlayacaktır yani sınıflar arası savaş kaçınılmaz olacaktır. Aynen Marks’ın determinizmi (gerekircilik) gibi, aynen peygamberimizin “hiçbir yönetim zulümle ayakta kalmaz” dediği kanun gibi? Niçin zulme karşı mutlaka mücadele eden, isyan eden insanlar olacak, neden bu bir değişmez insanlık yasasıdır? Neden birileri toplumu sessizliğe, uysallığa, boyun eğmeğe büründürürken, diğer gurup toplumu isyana, başkaldırıya, direnişe, mücadeleye sevk etmektedir? Sessizliğe bürünen insanı toplum ve tarih oluşturmuşsa, peki asi olan bu devrimci kimin eseridir? Ortada toplumuna ve tarihine isyan eden bir devrimci vardır ve bu devrimcideki “ben” kimin eseridir? Neden oluşmuştur? Ve neden her zulmün ve haksızlığın çığırından çıktığı noktada bu devrimcilerin isyanı, savaşı, direnişi, özgürlük ve hürriyet arzusu kaçınılmaz bir zorunluluktur? Neden Vietnam’da, Filistin’de, Afganistan’da, Hindistan’da, Cezayir’de, Lübnan’da Sri Lanka’da ve dünyanın dört bir yanında direniş, mücadele, özgürlük ve hürriyet savaşı? Bu devrimci insan kimin eseridir?
BU DEVRİMCİ İNSANI KİM OLUŞTURMUŞTUR?
İnsan devrimci yaratılmıştır. Çünkü insanın fıtratı (tabiatı) bu doğrultudadır. Fıtratı şu şekilde açıklayabiliriz. Fıtrat insanın insanî özellikleridir. Mesela elma tohumunu toprağa gömdüğünüzde, o tohum büyüyünce portakal olmaz, elmaya ait özellikleri taşıdığı için elma olur. Yani o tohumun doğuştan kaynaklanan bir özü, bazı özellikleri vardır. İnsanında her insanda var olması bir zorunluluk olan insanî özellikleri vardır. Fıtratın üç tane temel özelliği vardır.
1.Fıtrî olan şeyler sabittir, değişmez.Örneğin 1000 sene önceki annelerde çocuklarına şefkat hissi beslerler şimdiki insanlarda.
2.Fıtrî olan şeyler her insanda mevcuttur. Mesela Araplarda, Almanlarda, Türklerde, Farslılarda annenin çocuğuna olan şefkati vardır.
3.Fıtrî olan şeyler öğrenmekle elde edilmez, doğuştan kaynaklanan bir duygudur. Bir anne çocuğuna şefkat duyması için eğitim almamıştır.
Dolayısıyla insanda tarihin ve toplumun oluşturmadığı ve insanın hiçbir eğitimle, öğretimle kazanmadığı bir “ben”i vardır. Mesela diyelim ki insanları tarih oluşturdu ama öte yandan henüz tarih yok iken yani ilkel çağda insanlık tarihinin ilk yıllarında bazı insan gurupları var ve bu insanlar komün bir şekilde yiyeceklerini paylaşarak yaşıyorlar. Dolayısıyla tarih yoktu çünkü bu insanlar tarihi başlatanlardır. Peki paylaşmak için her hangi bir eğitim almayan bu insanlar neden paylaşıyorlar? Paylaşmak hiç şüphesiz insanın fıtratında yer alan bir duygudur. Siz yemek yiyorsunuz ve etrafınızda aç gözlerle yediğiniz yemeğe bakan çocuklar var. Hangi insan o yemeği o çocukların gözü önünde paylaşmadan yiyebilir. Şimdi şu sorulabilir “eğer fıtrî duygular hiç değişmiyorsa ve eski insanlar komün bir şekilde yaşıyorlarsa, neden şimdiki insanlar ortaklaşa besinlerini paylaşarak yaşamıyorlar?”.
Öncelikle şunu belirtelim ki insanın toplumla yaşaması fıtrîdir. İnsan tek yaşamak istemez. Dolayısıyla ilkel insanlarda topluluklar halinde yaşıyordu. Engels’in ailenin kökeni adlı kitabında ilkel insanların kimi zaman 20-30 kişilik guruplar halinde evlendiklerini, kimi zaman bir kabilenin başka kabileyle evlendiğini kısacası günümüzdeki gibi bir erkek ve bir bayandan oluşan iki başlı bir ailenin olmadığını daha kalabalık ailelerin olduğunu vurgulamaktadır. Bu ailelerinde getirdikleri besinleri ortaklaşa yedikleri bilimin tespitidir. Peki eğer fıtrî özellikler değişmemişse ve bu ortaklaşa paylaşım fıtrattan kaynaklanıyorsa günümüz insanı neden bu şekilde yaşamıyor? Oysa günümüz insanı da aynı ilkel insanlar gibi yaşıyor. Çünkü geçmişte aileler genişti ve bir kabile başka kabile ile evlenebiliyordu ve besinler ortaklaşa paylaşılıyordu. Günümüzde ise yine aile içinde besin ortaklaşa paylaşılıyor. Baba veya anne çalışıyor akşamleyin çocuklar, anne, baba, varsa dede ve nine aynı sofrada yemek yiyor. Hangi baba bu parayı ben kazandım der ve ardından eşinden ve çocuklarından, anne ve babasından ayrı bir köşede kendi emeğinin ürününü yiyebilir? Eğer böyle bir insan varsa da ne o insanın etrafında olan bir ailesi olur nede halk onu bir insan olarak görür. Çünkü bu halkın insanî değerleriyle bağdaşmayan bir tutumdur. Dolayısıyla dünden bugüne değişen insanın fıtratı değil yalnızca ailenin küçülmesidir.
Yine insanın fıtratında bir şeyin hakikatini öğrenme arzusu yani merak duygusu vardır. Bu duygu çocukken baba bu ne, anne bu ne soruları ile dışa yansımış ve bu duygu sonunda insanı Ay’a çıkarmış, Mars’a mekik göndertmiştir. Bu duygu Fizik, Kimya, Astroloji, Arkeoloji, Biyoloji v.s. ilim dallarının çıkmasına sebep olmuştur.
İnsanın devrimci olması aynı bilim adamı olması gibi fıtrî duygularından kaynaklanır. İnsan eğer insanî duygularını yitirmemişse siz o insanın gözü önünde haksız yere bir kadına tokat atamazsınız, bir insanı sömürmezsiniz, bir insana ait olan bir hakkı alamazsınız. İşçiyi sömüremez, köylünün toprağını alamazsınız. Örneğin bir annenin çocuğunu elinden almaya kalksanız o kadın annelik duygularıyla yani yaratılıştan kaynaklanan insanî, fıtrî duygularıyla savaşır hatta onun için en değerli olan canını ortaya koyar. Nasıl ki bu fıtrî bir duyguysa aynı şekilde her türlü haksızlığa mücadele etmekte fıtrî bir duygudur. İşte bu asi “ben”i, anarşist “ben”i ne tarih, ne de toplum oluşturmuştur.
ALLAH İNSANDAN NE İSTİYOR?
Arz ettik ki Allah insanda merak, sanat, utanma, merhamet, şefkat, pişmanlık, iyiliğe iyilikle cevap verme, haksızlığa karşı gelme, paylaşma, yardım etme gibi bir takım fıtrî yani insanî duygular yaratmıştır. Eğer insanı yaratan tarafından insana bir din gönderilmişse kesinlikle ve kesinlikle o dinin insanın fıtratına uyması lazım. Aksi takdirde o dinin kesinlikle kabul edilmemesi gerekir. Yani eğer ben fıtratımdan dolayı temizlikten hoşlanıyorsam, bana bir din gelip pis olmayı emredemez. Çünkü o zaman ben derim ki eğer Allah benden pis yaşamamı istiyorsa o zaman beni neden temizlikten hoşlanır bir şekilde yaratmıştır? Bu bir çelişki değil midir? Veya bende merak duygusuna yaratan Allah bana sorgulama, araştırma, okuma diyebilir mi? Bu durumda Allah’ın yaptıkların bir çelişki ortaya çıkar. Dolayısıyla din insandan ne istiyorsa mutlaka istediği şey insanın fıtratıyla uyum içinde olması gerekir. Eğer uyum içinde değilse o din kabul edilemez. Çünkü insan o zaman der ki “beni yaratan kimse benim böyle olmamdan hoşlandığı için beni böyle yaratmıştır. Eğer ben haksızlığa karşı sessiz kalamıyorsam, beni bu şekilde yaratan benim böyle olmamı istediği için beni böyle yaratmıştır, eğer benim böyle olmamdan hoşlanıyorsa nasıl olurda bana hoşlandığı şeyin, aksini emredebilir? O zaman eğer benim fıtratıma, yaratılışıma aksi bir şey benden isteniyorsa buna kesinlikle benden önce beni yaratan, benden aslım gibi olmamı isteyen karşı gelir, dolayısıyla ben bu emirleri kabul edemem” der. Yani insan “nasıl olurda ben haksızlıklara karşı baş kaldırma duygusuyla yaratılmışken bir din gelir bana zalimlere itaat etmeyi, onlarla uzlaşmayı, bir gün mutlaka onlarında hesabının sorulacağını emreder?”der.
Bugün Hıristiyanlıkta “bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını dön” diye bir inanç vardır. Şimdi bu inanç insanın fıtratıyla uyumlu mudur? Eğer uyumlu değilse bu emir nasıl olurda insanın yaratıcısının emri olabilir? İncil’de düşmanlarımızı sevmemiz bizden istenir. Bir insan düşmanını sevebilir mi? İnsandaki sevgi duygusu fıtrîdir. Sevgi cesaretli, insanlık uğruna kendini feda eden, dürüst, adaletli, yardımsever insanlara duyulur. Alçak, korkak, yalancı, menfaatperest, sömüren, ezen insanlara ise insandaki nefret duygusu ön plana çakır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. İmam Hüseyin ve Yezit’e bakarken neden birinci gurubun saygı ikinci guruba nefret gözüyle bakıyoruz. Neden kendimizi birinci gurubun yanında görüyoruz. Eğer biz zenginsek olayı sınıfsal açıdan değerlendirir ve Yezit tarafını tutar ve ona sevgi beslerdik. Ama biz şahsi benlerimizi bir kenara bırakıyoruz ve olaya insaniyetle bakıyoruz.
Dolayısıyla biz nasıl olurda bizi sömüren, ezen, katleden, kadınlarımıza tecavüz eden, çocuklarımızı öldüren düşmanlarımızı sevebiliriz? Bizim insanlığımız, yaratılışımız, fıtratımız, hiçbir eğitim almayan özümüz, yani tarihin ve toplumun oluşturmadığı “ben”imiz aksine bu insanlardan nefret etmemizi, bunlarla savaşmamızı mücadele etmemizi istemektedir. Dolayısıyla bizi yaratan bizim böyle olmamızı istiyor. Nasıl olurda istediği bir şeyin aksini bize emreder? Eğer Allah insanı devrimci yaratmışsa, insandan devrimci olmasını ister ve gönderdiği din ise insana devrimci olmasını emreder yani bunun mantıken böyle olması gerekir.
FITRAT DİNİ YAŞATILIYOR MU?
Eğer egemen güçlerin çıkarlarıyla savaşan bir sanat çıkartırsanız ki bu şiir olur, resim olur, tiyatro veya sinema olur eğer yaşadığınız yer onların hakim olduğu bir bölgeyse bunu insanlara yayınlayamazsınız. Mesela yol duvar, sürü gibi filimler yasaklanırken, aşk, kovboy, komedi, karate filmleri ile insanlar yetiştirildi. Veya Nazım Hikmet’ler yasaklandı, o boşluk dünyayla uzlaşan, teslimiyetçi şiirlerle dolduruldu. Yani hakim sınıf kendi sinemasını izlettirdi, kendi romanını okutturdu. Aynı şekilde kendi dinini yaşatırdı. Fıtrat dini olan Allah’ın dinini değil.
Eğer fıtrat dini yaşatılsaydı genelevlerde kadınlar bir hayvan gibi, mafya ve benzeri örgütlenmelerin zoruyla satılırlar mıydı? Bu yerler devletin resmi kurumu olur muydu? Devlet bu adaletsizliği ortadan kaldıracağına her yapılan fuhuştan fatura kesip o mazlum kadınların sırtından para kazanma hesapları yapar mıydı? Aynı devlet bir bakıyorsunuz ki diyanet diye bir kurum kurmuş on binlerce cami hocasına maaş veriyor. Yani kadınların para karşılığında fuhuş yapılmasının serbest sayıldığı bir kurumla, aynı fiilin zulüm ve suç sayıldığı bir kurum aynı çatı altında çatışmasız ve uzlaşmacı bir şekilde barınmaktadır. İncirlikte üst kurulmasına ve buradan uçakların havalanıp sebepsiz yere başka bir ülkeyi bombalayıp, yaklaşık 1 milyon insanı katledip, on binlerce kadına tecavüz edilmesine sebep olan izni veren yani zulme destek veren kurum ile, zulme destek olmakla, zulmü yapmanın eş değer kabul edildiği dinin temsilcisi olan bir kurum aynı çatı altında çatışmasız bir şekilde bulunmaktadır. Zulme destek olan bir kurumla, zulme destek olmayı bırakın zulme sessiz kalmayı bile zulmü yapmakla eşdeğer gören bir kurum nasıl uzlaşıyor nasıl çatışmıyor?
İslam dini sıradan bir Müslüman dan tutunda müftüye, diyanet işlerinin başkanına kadar her insana emrediyor, zulmü yapmakla, zulme destek olmak ve zulme sessiz kalmak aynıdır, hepsinin günahı ve cezası eşittir. İster pilot olup incirlikten havalanıp Irak’taki mazlum insanları bombalamışsın, ister incirlik üstünün açılmasına sebep olmuşsun, istersen de bu haksızlığa sessiz kalıp tepkini göstermemişsin bunların hepsi aynı derecede suçtur. Çünkü senin sessiz kalman yapılan zulmü desteklemen demektir. Zalimler senin sessizliğinden cesaret alırlar, senin sessizliğin onlar için psikolojik bir destektir. Onlarla yaptığın bir işbirliğidir. Din diyor ki mazluma din sorma, din diyor ki haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır. Eğer 25 senede emekli olanların olduğu bir yerde 5 senede emekli olanlar varsa unutma ki sessizliğinle onların yapmış olduğu haksızlığa sende ortak olursun. Eğer senin yaşadığın coğrafyada kadınların onur ve şerefleri ayaklar altına alınıp bedenleri satılıyorsa, işçiler ve köylüler sömürülüyorsa, insanın tabii hakları ihlal ediliyorsa sen susamasın. Kimsenin seni susturmaya hakkı yoktur. Bir köpeğin bile insan üzerinde hakkı vardır. Siz köpeği aç bırakamazsınız, işkence yapamazsınız, sebepsiz öldüremezsiniz v.s. Her hayvanın ve insanın doğuştan olan yetenekleri o hayvan ve insanın doğal hakkıdır ve elinden alınamaz. Mesela yürümek ayakları olduğu için bir hayvanın yeteneğidir. Siz bu hayvanın ayaklarını bağlarsanız o hayvanın o hakkına tecavüz etmiş olursunuz. Eğer kuşun uçmak için kanatları varsa kimsenin o kuşun kanatlarını bağlamaya veya başka bir şekilde onun uçma yeteneğini, uçma özgürlüğünü elinden almaya hakkı yoktur. Aynı şekilde kimse bir hayvanı neden okutmadınız diye hesap sormaz çünkü hayvanın böyle bir yeteneği yoktur. Ama insanda böyle bir yetenek olduğu için her insanın okuma ve yazma hakkı vardır. Yani her insanın kendisine verilen yeteneklerinden dolayı insanî hakları vardır. Dolayısıyla insanda eğer düşünme ve düşündüğünü ifade etme yeteneği varsa ki vardır o zaman her insanın düşüncesini ifade etme hakkı vardır. Hiçbir kurum ve hiçbir yasa insanın bu insani ve tabii hakkına tecavüz edemez, elinden alamaz.
Kanun gücünü nereden alır, hiç şüphesiz adaletten alır. Eğer kanunda ve yasada adalet yoksa adı kanunda olsa yasada olsa zulümdür. Örneğin halkın 25 senede emekli olduğu bir dönemde, milletvekillerinin 5 senede emekli olması yani kıyak emeklilik yasası, bir kanundur. Neden böyle bir kanun çıkartılmıştır, adalet bunu gerektirdiği için mi? Şimdi bu kanundur diye bizim bunu kabul etmemiz ve buna ses çıkarmamamız mı gerekiyor? Eğer bu kanun gücünü adaletten almıyorsa bu zulümdür. Kısacası adalete ve temel insan haklarına dayanmayan bir kanunun ve yasanın hiçbir değeri yoktur.
İnsan olarak diyorsun ki keşke şu mikrofon 15 dakika da benim elime verilse de şu adaletsizlikleri, haksızlıkları halkıma bir haykırsam. Ruh ve fıtrat gerçekleri halkla paylaşmak istiyor, haykırmak istiyor, hesaplaşmak istiyor ama olmuyor fıtratın bu haklı talebi kanunla bastırılıyor. Dolayısıyla sormak lazım bir insanın tabii hakkı olan düşünceyi ifade etme hakkını bir başka insanın elinden almasının dayanağı nedir? Bu hakkı nereden alır? Daha doğrusu birilerinin insanın tabii haklarını bastırmak için kanun çıkarma hakkı var mıdır? Eğer böyle bir kanun varsa bu kanunun temeli adalete mi dayanır yoksa zulme mi?
Diyanet işleri başkanlığı bu kadar haksızlık karşısında tek kelime etmiyor. Allah haksızlığa sessiz kalma diyor, peygamber “en büyük ibadet zalim bir yönetici karşısında hakkı dile getirmektir” diyor, diyanet işleri “bizim bu konuda görüş belirtme hakkımız yoktur” diyor, çünkü kanunlar diyanetin susmasını emrediyor. Sormak lazım “sen kimin dinini yaşatıyorsun? Allah’ın dinini mi, yoksa hakim sınıfın dinini mi?” Eğer sen Allah’ın dininin temsilcisiysen dinin emri ortada. Din zulme sessiz kalmakla, zulmü yapmayı eşit görüyor. O halde hiçbir kanunun seni susturmaması gerekir. Aslında kanunun yalnızca diyanet işlerini değil bir ilkokul öğrencisini dahi susturmaya hakkı yoktur. Hiç kimsenin insana ait olan tabii haklarını ihlal eden kanun çıkarmaya hakkı yoktur. Esasında kanunlar insan haklarını korumak için konulmalıdır.
Ben diyanete şunu söylüyorum aslında sizin bu kadar haksızlık karşısında sessiz kalmanızı bırakın dini insanlığınız kabul ediyor mu? Gözünüzün önünde Irak’ta olduğu gibi birileri çocukları katledip, kadınlara tecavüz etse orda susabilir misiniz? Müdahale etmez misiniz, eğer etmediyseniz insanlığınızdan utanmaz mısınız? Bu olayların Irak’ta gerçekleşmesiyle, diyanet işleri başkanlığının önünde gerçekleşmesi arasında ne fark var? Hangi kanun bir insanı kendi gözleri önünde yapılan haksızlığa karşı susturma hakkına sahiptir. Oysa her zulüm ve haksızlık eğer o zulümden haberdar isek o zulüm bizim gözlerimizin önünde gerçekleşiyor demektir. Kimsenin böyle bir kanun çıkarmaya hakkı yoktur. Bu kanun ancak hakim sınıfın, zorba ve zalim sınıfın kanunudur, mazlum ve ezilen sınıfın değildir. Siz bu kadar haksızlığa karşı susuyorsunuz ve “kanunlar böyle diyorsunuz” Peki Allah, dini yeryüzündeki haksız ve adaletsiz olan kanunlara uyması ve itaat etmesi için mi gönderdi yoksa o kanunları ortadan kaldırmak amacıyla mücadele etmek için mi gönderdi. Firavun’un da kanunları vardı, Nemrut’un da kanunları vardı, Yezit’in de kanunları vardı. İsrail’in, Amerika’nın da kanunları var.
Bugün elliyi aşkın İslam ülkesi var ve 1–2 ülkenin dışında hepsi Amerika ve İsrail’in maşası olmuştur. Peki, bu ülkelerde din adamları yok mudur ve din zulme karşı gelmeyi, zulme destek olmamayı emretmiyor mu? Bu ülkelerdeki din âlimleri devlete değil de Allah’a bağlı olsalardı, başlarındaki yöneticiler ABD uşağı olabilirler miydi? Demek ki o ülkelerde ki kanunlar hakim sınıfın kanunları, onların çıkarlarına göre düzenlenmiş ve o ülkelerdeki devlete bağlı din alimleri de Allah’ın değil büyük oranda hakim sınıfın emrinde. Allah’ın dinini değil onların dinini yaşatıyorlar. Bir maaş karşılığında susturuluyorlar. Oysa eğer İslam dininin âlimiysen bil ki, kafana koy ki âlim devlete değil Allah’a bağlı olur. Hiçbir insan onu susturamaz.
Toplumun mükemmelliği için kişiler noksanlaştırılmaktadır. Mesela toplum verilen emre itaat edecek disiplinli askere ihtiyaç vardır. Eğer ona “şu bombayı at” deseler o kişi orada masum insanlar var diye düşünmemelidir. Bu insan bu emri uygulamam gerekir mi, neden diye sormamalıdır. Aksi takdirde toplumun işine yaramaz. Aynı şekilde her haksızlığa karşı çıkan âlimde onların işine yaramaz. Âlim yapılan bu iş insani midir yoksa haksızlık mıdır? Allah’ın kabul ettiği bir şey midir, yoksa değil midir? Diye sorgulamamalı, düşünmemelidir. Aksi takdirde onların işine yaramaz. O halde fıtrat dini yaşatılmıyor, hâkim sınıfın dini yaşatılıyor.
Kısacası önümüze iki tane dinin çıktığını görüyoruz. Ezenin dini ve ezilenin dini. Tarihe baktığımızda bu iki dinin sürekli birbiriyle savaştığını görüyoruz. Yani peygamberler içinde bulundukları sistemin kabul ettiği ve sistemin çıkar ve menfaatine hizmet eden dine karşı savaşıyorlardı. Örneğin Musa peygamberin savaştığı Firavun dinsiz değildi. Ama o din Firavun’un sömürü çarkına hizmet eden, halkı Firavun’a köle eden Firavun’un diniydi. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in savaştığı Mekke aristokratları da dinsiz değillerdi. Onlarında bir dini vardı. Ama onların diniydi. Ve peygamberin mücadelesi onların dinini ortadan kaldırmaktı.
İslam dini asla zulme karşı sessiz kalmayı emretmez. Ama peygamberden sonra İslam’da birçok ilke gibi bu ilke de çiğnenmiştir. Sözde Müslümanlar Peygamberin ailesini yaşatmadıkları gibi, getirdiği dini de yaşatmamışlardır. Peygamberin kardeşimdir dediği imam Ali, torunları imam Hasan, imam Hüseyin, imam Hüseyin’in oğlu imam Zeynu’l Abidin, onun oğlu imam Muhammed Bagır ve sırasıyla 11 imam katledilmiş, zehirletilmiştir. Peygamber adına kendi zulümlerini destekleyecek, yalan hadisler uydurmuşlardır. Peygamberin ailesini yaşatmayan, getirdiği dini yaşatır mı? Yani peygamberin yerine öyle insanlar oturuyor ki peygamberin ailesini katlediyor, peygamberin dinini nasıl yaşatsın. Kısacası yıllarca peygamberin karşısında peygambere karşı savaşan egemen güçler, bu sefer bu entrikalarını Müslüman görünümünde yaptılar ve peygamberin dinini ortadan kaldırıp kendi dinlerini yerleştirdiler. Sömürü ve zulüm dinini.
Ve dine karşı din savaşı vermek İmam Hüseyin’e düştü. İmam Hüseyin İslam diyordu. 6 aylık bebeğe su vermeyip boğazından oklayarak öldüren Yezidlerde İslam diyordu. 6 aylık çocuğa su vermemek, çocuğu oklamak, peygamberin torunun başını kesip mızraklar ucunda taşımak onların diniydi. Onlar buna din diyorlardı.
O dönemde Müslümanların İslam inancı hakkındaki görüşleri farklılaşmıştır. Örneğin bir gurubu cebriydi. Bunlar diyorlardı ki Yezid’in orda olması Allah’ın takdirdir. Allah dilemeseydi Yezid orda olmazdı. Dolayısıyla Allah Yezid’i görmüyor mu, onun yaptıklarından haberdar değil mi? Bırakın Allah ne dilerse o olsun. Siz Allah’ın takdirine karşı mı geliyorsunuz? Bir gurubu tefvizciydi. Bunlar diyordu. Allah nasıl olsa insanların yaptıklarının hesabını bir gün soracaktır. Siz niye hesap soruyorsunuz. Eğer Allah kıyamette Yezid’i bağışlarsa siz Allah’ın bağışladığı insana savaş açmakla Allah’a karşı savaş açmış olmaz mısınız?
Bir gurubu da kendini mescide vermiş gece gündüz ibadet ediyordu. Ama Hüseyin’in dini bu değildi. İmam Hüseyin Mekke’den ayrılırken dedi ki ”ben ceddim Resulullah yani Hz. Muhammed ve Babam Ali gibi yaşamak istiyorum”. Hüseynin dini babası Ali’nin , ceddi Muhammed’in diniydi. İnsanlar o durumda iken o kendisini mescide adayıp gece gündüz ibadet edemezdi, veya bu Allah’ın kaderidir diyip bu kadere boyun eğemezdi veya nasıl olsa Allah bir gün zalimlerin, alçakların hesabını soracaktır deyip bu zulme sessiz kalamazdı onun dini bunlar değildi. İmam Hüseyin “zilletle yaşamaktansa izzetli bir şekilde ölmek daha iyidir dedi, bu alçak oğlu alçak bizi iki şey arasında bırakmıştır, biat ve kılıç. Yezid biat etmektense ey kılıçlar doğrayın beni, ben böyle bir ortamda ölmeyi saadet biliyorum, zalimlerle yaşamayı ise alçaklık”.
Şimdi sen eğer ortada “zalimlerle mücadeleyi ilke edinmiş, yeryüzünü haksızlıklardan, adaletsizliklerden, sömürüden kurtarmayı ilke edinmiş, zulme sesiz kalmayı zulmü yapmakla eş değer görmüş bir din görüyorsan o din peygamberin, imam Ali’nin, İmam Hüseyin’in dinidir, o din senin dinindir. Ama bu dinin yerine zalimlere itaat eden, sömürüye sessiz kalan, egemen güçlerle ortak hareket eden bir din görüyorsan bil ki o din İslam değildir. O din onların dinidir.
NEDEN LAİK DEVLET?
Laikliğe göre din devlet işlerine karışamaz. Yani egemen güçler, para babaları bir devlet kuruyorlar bu devlet içerisinde genelevden tutunda birahanelere kadar önce para diyen, bir sistem kuruyorlar, sömürüyorlar, yağmalıyorlar, incirlik gibi emperyalist ülkelere üstler açıp ülke insanını onlara kuyruk yapıyorlar ondan sonra da “sanat devlet işlerine karışmasın”, “sinema devlet işlerine karışmasın”, “rektörler, dekanlar, öğrenciler devlet işine karışmasın”, “din devlet işine karışmasın” şu karışmasın, bu karışmasın ki biz rahat bir şekilde sömürümüzü gerçekleştirelim demek istiyorlar.
Bunun gerçek adı “din devlet işine karışmasın” değil “din sistemin insanları sömürmesine karışmasın” dır. Bu sistem yalnızca din bizim işimize karışmasın demiyor, bizim sistemimizle uzlaşmayan, herkes (sosyalist, işçi, köylü, öğrenci, hakim, savcı, asker, rektör, dekan, polis v.s.) bizim işimize karışmasın diyor.
Peki sizin işinize kim karışacak? Onların işine halkın seçtiği siyasetçiler karışacak. Peki kim bu siyasetçiler? Onların sömürücü düzenini destekleyen siyasetçiler? Çünkü o siyasetçileri aslında halk seçmiyor, onlar seçiyor.
Bush hiç şüphesiz demokrasi ile seçildi. Ama dünya halkları, demokrasi ile seçilen Bush’dan nefret ediyor. Yani demokrasi kendisinden nefret edilen, katil, yalancı, sömürgeci, alçak bir insanı başa getirmiş. Halk ister mi ki yöneticisi katil, alçak, yalancı, iki yüzlü bir insan olsun? Oysa Bush’u halk seçti. Bılair’de aynı yöntemle seçildi ve insanlar ondan da nefret ediyor du? Şaron, Olmert’de nefret edilenler arasında.
Peki halk yöneticilerinin katil, iki yüzlü, yalancı olmasını istememesine rağmen, nasıl oluyor da halkın seçiminin sonucunda bu insanlar halka yönetici oluyorlar? Çünkü günümüz demokrasisinde paran varsa, medya arkandaysa, para babaları olan işadamlarının çıkarlarına öncelik tanıyorsan, emperyalizmin hizmetinde olmayı vade etmişsen bir bakıyorsun ki sistem seni ülkenin başına getirtmiş. Mesela sınıf başkanı seçilecek. 40 kişilik sınıfta herkes birbirini tanıdığı için adayların kendini tanıtmaları için herhangi bir maddiyata gereksinimleri yok. Fakirde olsan, zengin kadar seçilme olasılığın var. Ama milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede kendini halka tanıtabilmen için büyük paralara ihtiyacın var. Eğer yoksa büyük parası olan insanlara ihtiyacın var. Onların desteğini alman içinde dürüstlük ilkesinden vazgeçip seçildikten sonra onlara vefa borcunu ödemen yani onlardan yana siyaset yapman gerekir. Kısacası seçimi ilk önce hakim sınıf yapar ve halka kendi seçtikleri yöneticilerden birini seçme tercihini sunar. Yani kapitalizmin olduğu yerde gerçek demokrasi olamaz.
Biz de halk olarak avutuluyoruz. Kendi idarecimizi kendimizin seçtiğini zannediyoruz. Oysa ki biz kendi idarecimizi değil, düzenin idarecisini seçiyoruz. Vurgulamak isteğim asıl nokta, demokrasinin düzenin kendi çıkarları doğrultusunda kullanıldığı, her ne kadar da demokrasi halkın egemenliği olarak lanse edilmiş olsa da esasında demokrasi ile halkın kandırıldığı ve sömürüldüğüdür Halk bir oy kullanırken, bir de cepheye asker gerek duyulurken lazımdır. Çünkü kapitalist sistemlerde iki yönetici vardır. Biri hükümet, diğeri ise hakim sınıftır. Hükümet hakim sınıfın kontrolündedir. Batı demokrasilerinde ve ülkemizde hakim sınıf hükümeti zorla değil, oyla çıkartıyor. Ali Şeraiti der ki: “Onlar sahte oyları sandığa koymuyorlar, oylarını bilinçsiz halkın beynine koyarak istediklerini getiriyorlar. Demokrasi ile diktatörlüğü birbirinden ayıran sebep, diktatörlüğün maskesiz olması, demokrasinin ise maskeli olmasıdır.” Kısacası hakim sınıf öncelikle medya aracılığıyla istediği halkı yaratıyor ve bu halkın eliyle de kendi düzeninin muhafızlığını üstlenen adamlarını yönetici yapıyor.
Yani para babaları olan hakim sınıf önce kendi hizmetinde olan birilerini halkın eliyle başa getiriyor ondan sonra da “şu bizim işimize karışmasın” “bu bizim işimize karışmasın” diyor. Çünkü eğer din devleti işine karışırsa “ gerçek Allah’a bağlı din adamı diyecek ki “şu genelevleri kapat, burada mazlum insanların bedenleri mafyanın zoruyla satılmaktadır”, “incirliği kapat, burada uçaklar havalanıp masum insanları bombalamaktadır”, “faizli bankacılık sistemini kaldır, bu sistem üretmeden, üreten insanın emeğini sömürmektedir”, v.s.
Maalesef önce “para” diyen bir sistem var ve bu sistemde insan, paraya kurban edilmektedir, para insana değil. Önce “para” değil de, önce “insan” denilseydi, bu ülkede her sene sigaradan dolayı “117.000” insan hayatını kaybetmezdi, güzellik yarışmalarıyla kızlar aldatılıp vücutları sömürülmez, zengin masalarına çerez yapılmazdı, at yarışları, iddialarla halk soyulmazdı, hakim sınıfın emperyalist ülkelerin rüşvetlerini alma arzusuyla, emperyalist ülkelerin üstleri kurulup masum insanlar bombalanmazdı. Eğer Amerika veya İsrail Türkiye’de üst açarsa mutlaka bunun karşılığında bir şey verecektir. Onların verdiklerinden en çok nemalananlarda halk değil hakim sınıf olacaktır. Kısacası para babaları birilerini paranın gücüyle başa getirecek, başa gelenler halkın zararına, onların yararına iş yapacak ve kimsede onların işine karışmayacak. Devletin tek sahibi, onların hizmetinde olan, onların başa getirdikleri siyasetçiler olacak.
“Din devleti yönetemez”, ibaresiyle “din devlet işlerine karışamaz” ibaresi çok farklıdır. Bizim şuanda eleştirdiğimiz ibare ikinci ibaredir. Ve diyoruz ki, neden senin yaptığın haksızlılara sosyalistiyle, din adamıyla, rektörüyle, öğrencisiyle, hakimiyle, savcısıyla, askeriyle, polisiyle insanlar karışmasın? Sen insanların kendi düşüncesini ifade etme hakkını hangi hakla ellerinden alıyorsun?