Geçenlerde Dr. Suruş’la, vahiy ve Kur’an üzerine yapılmış ve önermeleri hayli ağır bir söyleşi yayınlandı. Bu söyleşide, Peygamber’in (a) Kur’an’ın oluşumunda rolü bulunduğu iddia edildi.
Gerçi Suruş, “Bast-i Tecrube-i Nebevi (Nebevi Tecrübenin Açılımı)” isimli kitabında bu iddiayı bir şekilde gündeme getirmişti. Ama şimdi gerçek görüşünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymuş oluyor. Bu yazıda Suruş’un iddiası incelenecek ve eleştirilecektir.
Vahyin modern rivayeti
Suruş’un vahiy zeminindeki görüşü İslam mütefekkirlerinin görüşünden köklü biçimde ayrılıyor. İslam düşünce tarihi boyunca vahiy, Allah’tan mesaj alınması olarak ele alınmıştır. Yani peygamber, ilahi öğreti ve talimatları halka bildirmek üzere almak bakımından vesile kabul edilmiştir. Bu yönüyle peygamber, mutlak pasif konumdadır.
Peygamber, ilahi mesajı, Allah’tan aldığı muhteva ve kelamla başkalarına bildirmiştir. Gerçekte peygamberin, ne muhtevasında, ne de onun bildirilme tarzında hiçbir rolü olmamıştır.
Bu görüşün hilafına Suruş, peygamberin, pasif konumda olduğunu düşünebileceğimiz şekilde vahyin sadece alıcısı olmadığına, aksine vahyin üretilmesinde rolü bulunduğuna inanmaktadır. Ona, göre peygamber, Kur’an’ın üreticisidir.
Suruş, açıkça şöyle demektedir: “Peygamberin, Kur’an’ın oluşumunda eksen rolü vardır.”
Burada sorulması gereken soru şudur ki, acaba peygamber, Kur’an’ın üretilmesindeki rolüne ilaveten vahyin de üreticisi midir?
Bu soru, peygamberin, vahyi ortaya çıkarmada rolü olmadığının söylenebilmesi durumunda incelenmeye değerdir. Yani peygamber vahyin muhtevasını Allah’tan almakta ve sadece onu tavsif ve bildirmede üretici rol oynamaktadır.
Bir başka deyişle muhteva Allah’tan, kelam ise peygamberden gelmektedir. Bu söyleşide her ne kadar yer yer “Allah’tan alınan, vahyin muhtevasıdır” deniliyorsa da Suruş’un vahye ilişkin yorumu, bu iddia ile bağdaşmaz. Ona göre vahiy, nereden kaynaklandığı tam belli olmayan bir tür ilhamdır veya deruni bir tecrübedir. Yani kaynağının peygamberin derunu olması veya dışından gelmesinin bir önemi yoktur.
Suruş’un ifadesine dikkat ediniz: “Peygamber tıpkı bir şair gibi, dışarıdan bir gücün onu etkisi altına aldığını hisseder. Ama gerçekte -veya ondan bile üstün, o halin ta kendisi- Peygamberin şahsı her şeydir: Yaratıcı ve üretici. Bu ilhamın içeriden mi, yoksa dışarıdan mı olduğu tartışmasının gerçekte burada anlamı yoktur. Çünkü vahiy zemininde iç ve dış arasında farklılık ve ayrım bulunmamaktadır.”
Vahyin geleneksel yorumunda, onun dış ve iç kaynağı arasındaki ayrım ve farklılık çok önemlidir. Vahiy sadece harici ve somut olmakla kalmaz, aynı zamanda peygamber, vahyin kaynağının Allah olduğunu çok iyi bilir.
Suruş’a göre peygamberin ilhamları onun nefsinden doğar. Peygamberler ile başkaları arasındaki fark ise şudur ki, her şeyden önce o, kendi nefsinin ilahi olduğunu bilir. İkincisi, peygamber, nefsini fiiliyata dökebilmiştir.
Adeta başkaları ne nefislerinin ilahi olduğundan haberdardır, ne de onu fiiliyata dönüştürebilmiştir. Aslında Suruş, vahiy ve irfani tecrübeler arasında bir fark bulunduğuna da kail değildir. “Nebevi Tecrübenin Açılımı” kitabında peygamberin tecrübeleri hakkında der ki, “O, çok özel mecralardan çok özel idraklere ulaşır. Başkalarının bunu elde etmeye güçleri yetmez.” (s. 3)
Peygamberin tecrübesinin irfan tecrübesinden farkı, onun, “bu tecrübenin ortaya çıkması ve hulülü ile yeni bir görevi” hissetmesindedir. (s. 4)
Suruş açısından peygamber, kendi dinî tecrübelerinin faili ve mucididir:
“Peygamber’in (a) bütün sermayesi şahsıydı. Bu şahsiyet, dinî ve vahyî tecrübelerin mahalli, mucidi, mümkün kılanı ve failiydi.
Onun şahsında meydana gelen açılım, tecrübenin açılımıyla ve yansımasıyla sonuçlanıyordu. Bu nedenle vahiy ona tabiydi, o vahye tabi değildi.” (s. 13)
Vahye dair geleneksel telakkide peygamber sadece bir zarf ve vahyi taşıyan kişidir, fail ve mucid değildir. Vahyin faili Peygamber’in (a) şahsı değil, Allah’tır. Suruş peygamberi vahyin faili ve mucidi gördüğü andan itibaren artık “Allah’tan aldığı, vahyin muhtevasıdır” iddiasında bulunmasının anlamı kalmaz.
Bu söyleşide Suruş, peygamberin nefsinin Allah’la bütünleştiğinden sözediyor. Yani peygamber Allah’la manevi birlik kuruyor: “Nefsi, Allah’la bir olmuştur.”
Varsayalım ki peygamberin nefsinin Allah’la bir olduğunu kabul ettik, ama bu durumda peygamber için üretici bir rol düşünmemiz imkansızlaşır. Allah’la bütünleşme makamında artık peygamber, kendisinin rolü olduğunu düşünemez hale gelir. Eğer bu makamda Kur’an ayetleri nazil oluyorsa peygamberi Kur’an’ı üreten kişi olarak görmemek gerekecektir.
Suruş bazen de peygamberin vahyin muhtevasını aldığını ve onu kendi kelimeleri ve lafızlarıyla halka bildirdiğini iddia ediyor. Bir diğer ifadeyle, Kur’an ayetleri ilahi kelimelerin kendisi değildir. Aksine ayetler, nüzul esnasında bir dizi suretsiz muhteva şeklinde gelir ve peygamber, tıpkı bir şair gibi onlara suret giydirir.
Suruş’un tabirine göre peygamber “bu ilhamı, bildiği dille, kullandığı üslupla, elindeki tasvir ve bilgiyle aktarır.”
Burada şunu sormak gerekir: Acaba dinî bir metinde muhteva ile suret arasına mesafe konulabilir mi? Acaba muhtevaya suret giydirmek ona mana vermede hiç tesiri yok mudur? Acaba çeşitli suretlerdeki muhteva, farklı anlamlar kazanmaz mı?
Suruş, hangi dilbilim ve anlambilim teorisine dayanarak böyle bir sözü söyleyebiliyor?
Lafız, üslup ve tasvirin anlamdaki rolü inkar edilebilir mi?! Bazen başa veya sona bir kelime konması bile cümlenin anlamını değiştirebilirken, nerede kaldı kişinin, üslup, tasvir ve bundan da önemlisi bilgilerini işin içine karıştırması.
Bu yüzdendir ki önemli metinlerde (hukuk metinleri gibi), yanlış anlamaları önlemek üzere net kelime ve kavramların kullanılmasına daima gayret gösterilmiştir.
Dr. Abdullah Nasri, Allame Tabatabai Üniversitesi Öğretim Üyesi,
Devam edecek.
Çeviren: Kenan Çamurcu
Gerçi Suruş, “Bast-i Tecrube-i Nebevi (Nebevi Tecrübenin Açılımı)” isimli kitabında bu iddiayı bir şekilde gündeme getirmişti. Ama şimdi gerçek görüşünü tüm çıplaklığıyla ortaya koymuş oluyor. Bu yazıda Suruş’un iddiası incelenecek ve eleştirilecektir.
Vahyin modern rivayeti
Suruş’un vahiy zeminindeki görüşü İslam mütefekkirlerinin görüşünden köklü biçimde ayrılıyor. İslam düşünce tarihi boyunca vahiy, Allah’tan mesaj alınması olarak ele alınmıştır. Yani peygamber, ilahi öğreti ve talimatları halka bildirmek üzere almak bakımından vesile kabul edilmiştir. Bu yönüyle peygamber, mutlak pasif konumdadır.
Peygamber, ilahi mesajı, Allah’tan aldığı muhteva ve kelamla başkalarına bildirmiştir. Gerçekte peygamberin, ne muhtevasında, ne de onun bildirilme tarzında hiçbir rolü olmamıştır.
Bu görüşün hilafına Suruş, peygamberin, pasif konumda olduğunu düşünebileceğimiz şekilde vahyin sadece alıcısı olmadığına, aksine vahyin üretilmesinde rolü bulunduğuna inanmaktadır. Ona, göre peygamber, Kur’an’ın üreticisidir.
Suruş, açıkça şöyle demektedir: “Peygamberin, Kur’an’ın oluşumunda eksen rolü vardır.”
Burada sorulması gereken soru şudur ki, acaba peygamber, Kur’an’ın üretilmesindeki rolüne ilaveten vahyin de üreticisi midir?
Bu soru, peygamberin, vahyi ortaya çıkarmada rolü olmadığının söylenebilmesi durumunda incelenmeye değerdir. Yani peygamber vahyin muhtevasını Allah’tan almakta ve sadece onu tavsif ve bildirmede üretici rol oynamaktadır.
Bir başka deyişle muhteva Allah’tan, kelam ise peygamberden gelmektedir. Bu söyleşide her ne kadar yer yer “Allah’tan alınan, vahyin muhtevasıdır” deniliyorsa da Suruş’un vahye ilişkin yorumu, bu iddia ile bağdaşmaz. Ona göre vahiy, nereden kaynaklandığı tam belli olmayan bir tür ilhamdır veya deruni bir tecrübedir. Yani kaynağının peygamberin derunu olması veya dışından gelmesinin bir önemi yoktur.
Suruş’un ifadesine dikkat ediniz: “Peygamber tıpkı bir şair gibi, dışarıdan bir gücün onu etkisi altına aldığını hisseder. Ama gerçekte -veya ondan bile üstün, o halin ta kendisi- Peygamberin şahsı her şeydir: Yaratıcı ve üretici. Bu ilhamın içeriden mi, yoksa dışarıdan mı olduğu tartışmasının gerçekte burada anlamı yoktur. Çünkü vahiy zemininde iç ve dış arasında farklılık ve ayrım bulunmamaktadır.”
Vahyin geleneksel yorumunda, onun dış ve iç kaynağı arasındaki ayrım ve farklılık çok önemlidir. Vahiy sadece harici ve somut olmakla kalmaz, aynı zamanda peygamber, vahyin kaynağının Allah olduğunu çok iyi bilir.
Suruş’a göre peygamberin ilhamları onun nefsinden doğar. Peygamberler ile başkaları arasındaki fark ise şudur ki, her şeyden önce o, kendi nefsinin ilahi olduğunu bilir. İkincisi, peygamber, nefsini fiiliyata dökebilmiştir.
Adeta başkaları ne nefislerinin ilahi olduğundan haberdardır, ne de onu fiiliyata dönüştürebilmiştir. Aslında Suruş, vahiy ve irfani tecrübeler arasında bir fark bulunduğuna da kail değildir. “Nebevi Tecrübenin Açılımı” kitabında peygamberin tecrübeleri hakkında der ki, “O, çok özel mecralardan çok özel idraklere ulaşır. Başkalarının bunu elde etmeye güçleri yetmez.” (s. 3)
Peygamberin tecrübesinin irfan tecrübesinden farkı, onun, “bu tecrübenin ortaya çıkması ve hulülü ile yeni bir görevi” hissetmesindedir. (s. 4)
Suruş açısından peygamber, kendi dinî tecrübelerinin faili ve mucididir:
“Peygamber’in (a) bütün sermayesi şahsıydı. Bu şahsiyet, dinî ve vahyî tecrübelerin mahalli, mucidi, mümkün kılanı ve failiydi.
Onun şahsında meydana gelen açılım, tecrübenin açılımıyla ve yansımasıyla sonuçlanıyordu. Bu nedenle vahiy ona tabiydi, o vahye tabi değildi.” (s. 13)
Vahye dair geleneksel telakkide peygamber sadece bir zarf ve vahyi taşıyan kişidir, fail ve mucid değildir. Vahyin faili Peygamber’in (a) şahsı değil, Allah’tır. Suruş peygamberi vahyin faili ve mucidi gördüğü andan itibaren artık “Allah’tan aldığı, vahyin muhtevasıdır” iddiasında bulunmasının anlamı kalmaz.
Bu söyleşide Suruş, peygamberin nefsinin Allah’la bütünleştiğinden sözediyor. Yani peygamber Allah’la manevi birlik kuruyor: “Nefsi, Allah’la bir olmuştur.”
Varsayalım ki peygamberin nefsinin Allah’la bir olduğunu kabul ettik, ama bu durumda peygamber için üretici bir rol düşünmemiz imkansızlaşır. Allah’la bütünleşme makamında artık peygamber, kendisinin rolü olduğunu düşünemez hale gelir. Eğer bu makamda Kur’an ayetleri nazil oluyorsa peygamberi Kur’an’ı üreten kişi olarak görmemek gerekecektir.
Suruş bazen de peygamberin vahyin muhtevasını aldığını ve onu kendi kelimeleri ve lafızlarıyla halka bildirdiğini iddia ediyor. Bir diğer ifadeyle, Kur’an ayetleri ilahi kelimelerin kendisi değildir. Aksine ayetler, nüzul esnasında bir dizi suretsiz muhteva şeklinde gelir ve peygamber, tıpkı bir şair gibi onlara suret giydirir.
Suruş’un tabirine göre peygamber “bu ilhamı, bildiği dille, kullandığı üslupla, elindeki tasvir ve bilgiyle aktarır.”
Burada şunu sormak gerekir: Acaba dinî bir metinde muhteva ile suret arasına mesafe konulabilir mi? Acaba muhtevaya suret giydirmek ona mana vermede hiç tesiri yok mudur? Acaba çeşitli suretlerdeki muhteva, farklı anlamlar kazanmaz mı?
Suruş, hangi dilbilim ve anlambilim teorisine dayanarak böyle bir sözü söyleyebiliyor?
Lafız, üslup ve tasvirin anlamdaki rolü inkar edilebilir mi?! Bazen başa veya sona bir kelime konması bile cümlenin anlamını değiştirebilirken, nerede kaldı kişinin, üslup, tasvir ve bundan da önemlisi bilgilerini işin içine karıştırması.
Bu yüzdendir ki önemli metinlerde (hukuk metinleri gibi), yanlış anlamaları önlemek üzere net kelime ve kavramların kullanılmasına daima gayret gösterilmiştir.
Dr. Abdullah Nasri, Allame Tabatabai Üniversitesi Öğretim Üyesi,
Devam edecek.
Çeviren: Kenan Çamurcu